EMİNE EROĞLU
Nice Yemen’dekiler dizimin dibindedir/ Nice dizimin dibindekiler de Yemen’dedir.” der Abdülkadir Geylanî Hazretleri “yakınlık” ve “uzaklık” kavramlarının izafi (rölatif) oluşuna dikkat çekerek.
Şeyhülislâm Esad Efendi’nin enfes dügâh nakış yürük semâisinde de Yemen uzaklığın en uç sınırını simgeler. Gönülde yer bulmak da yakınlığın:
“Der Yemeni piş-i meni/piş-i meni der Yemeni”
Sen benim gönlümde oldukça Yemen’de de olsan yanımdasın/Eğer gönlümde değilsen, yanımda da olsan Yemen’de sayılırsın.
İsmail Fakirullah Hazretleri’nin “Anlarsa uzağım yakınımdır. Anlamazsa yakınım uzağımdır.” diyerek formüle ettiği şekliyle “anlamak!”, manen yakınlık ve uzaklığın ölçü birimidir. Ve o “anlamak”ın içinde “görmek, duymak, akl etmek, aşk etmek” gizlidir.
Hz. Âdem’e nispeten Hâbil, mazlum olarak, ahirette de olsa yakınlığı, Kâbil’se “zalim” sıfatıyla dünyada dahi olsa uzaklığı tanımlar.
Hz. Nuh’un, babasının gemisine binmeyen “özgüven”li, esbabperest oğlu, Hz. İbrahim’in “atalarının dini”ne sımsıkı sarılan “inanç pazarcısı” babası, Hz. Lut’un bakışını kollayamayan mürai karısı, yakındaki uzakların en bilinen örnekleri.
Fakat uzaklık yarışında herkesi geride bırakan birisi daha var!..
Yakın körü bir hazımsızlık prototipi
Ebu Leheb, Efendimiz’in (sav) öz amcası. Sıdk ve emanetinin, ahlak ve istikametinin birinci dereceden tanığı. Onunla aynı ev ortamını paylaşan, iç içe oturan, birlikte yiyip içen bir “yakın” akraba. Oğulları Utbe ve Ukbe’yi Efendimiz’in (sav) kızları Hz. Rukiye ve Hz. Ümmü Gülsüm’le nikâhlayacak kadar da “ilgili,” “istekli.” Genel yapısı itibariyle şefkat ve mülayemet sahibi. En azından başlangıç itibariyle.
Yani kendisiyle yüzleşmeden; -şuuraltı, mizacı, ailesi, çevresi, durduğu yer, geldiği nokta itibariyle- hakikatle sınanmadan önce!..
“Yakınlık” asıl adı Abdüluzza olan bu talihsiz adam için sadece bir “bakışını ayarlayamama” sebebi. Bütün manevî miyoplar gibi “yakın körü”. Neticeyi Allah’a veremeyen, ama sebebe de yakıştıramayanlardan. Kendi gibiler dururken başka birilerinin seçilmişliğine rıza gösteremeyenlerden. Haset ettiğinin elinde ne var, ne yoksa almadan rahat edemeyenlerden. Akrabalık bağlarını inkâr eden, oğullarına eşlerini boşatan, “paralel” ilan ettiğinin malını yağmalamayı hak görenlerden.
Yanı başındakini -peygamber dahi olsa- mancınıkla Yemen’e fırlatan, Yemen’deki en büyük düşmanı ile manen kol kola gezenlerden…
Velhasıl, o tipik bir hazımsızlık prototipi.
Bu yüzden kıskançlığının girdabında kan yutuyor. Bu yüzden yakınlarına karşı uzaktakilerden daha acımasız, daha insafsız.
Kendisinin de içinde bulunduğuna aldırmadan âlemi ateşe verişi. Düne kadar savunduklarını inkâr edişi. İnanmasa dahi Ebu Talip gibi insanlığını terk etmemek varken, adını tarihin en büyük zalimleri arasına yazdırışı bu yüzden.
‘Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı’
Ebu Leheb hayli zengin bir adam. Beni Ümeyye’nin tüm serveti ona akmasına ve karısı Ümmü Cemil de hayli zengin olmasına rağmen malı ona fayda vermiyor. Geniş bir oymağın reisi oluşu da. Ebu Cehil’in “Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez.” dediği inadı da… Tüm imkân ve istidatlarını yeğenine komplolar kurmak, tuzaklar hazırlamak için kullanıyor.
Ama kader bütün oyunlarını bozuyor, bütün düzenlerini başına çeviriyor.
İslam’ın en azılı düşmanlarının ömrü Bedir’e kadar sürdüğü gibi o da -savaşa katılmamasına rağmen- ancak Bedir’e kadar yaşayabiliyor. Müslümanların zafer kazandığı haberi Mekke’ye ulaşınca sinir krizleri geçirmeye başlıyor. Tablo ilginç, ibretlik:
Ebu Leheb, gelen habercinin anlattıkları karşısında sevincini saklayamayan gizli bir Müslüman, Ebû Râfi’yi ayakları altına alıp çiğnemeye başlıyor. Ebû Râfî Hz. Abbas’ın kölesi. Ümmü Fadl (Hz. Abbas’ın eşi), koşarak geliyor ve elindeki sopayı Ebû Leheb’in başına indiriyor. “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?” diye çıkışıyor. Ebû Leheb kardeşinin karısına ses edemiyor. Başından akan kanla evinin yolunu tutuyor ve o evden bir daha dışarıya çıkamıyor.
Bu darbenin tesiri ile veya vehimler, iç sıkıntılarla “Adese” denilen bir hastalığa yakalanıyor ve kıvranıp duruyor. O gün, vebadan daha tehlikeli kabul edilen bir rahatsızlık bu. Bulaşır korkusu ile kimse yanına uğramıyor.
Öldüğü fark edildiğinde çölden birkaç bedevî tutuluyor ve kokuşmuş cesedi bir çukura atılarak üzerine taş yığılıyor.
‘Elleri kurusun Ebu Leheb’in ve kurudu da!..’
Evet, o Ebu Leheb’in elleri kurusun. Çünkü o sadece “ateşin” değil, en yakınlarına kâfirlerin reva görmediği zulmü reva gören bütün “ateşe yaslanmışların” babası. Komplocuların. Parasının, malının, makamının, oğullarının kendisine fayda vereceğini zanneden gafillerin. İmkânlarını zulüm için seferber edenlerin. Menfaatlerini din haline getirip hayatın ahengini bozanların. Ferdi millete, milleti devlete, devleti muktedire feda edenlerin. Akrabalığı, komşuluğu, dostluğu heder edenlerin. Allah’ın beklentisiz, iddiasız, adanmış, “sıradan” insanlara yaptırdığı hizmetleri kıskananların. Hasetlerinden yüzlerini asanların, dillerini uzatıp ömürlerini kısaltanların.
Ebu Leheb sadece ateşin değil, yakınımızdaki uzakların, dizimizin dibindeki Yemenîlerin de babası.