Pergelin Iki Ucu..

EMİNE EROĞLU
Taassubun yerine hakkı, taklidin yerine tahkiki, safsatanın yerine delili koyanlar, çoktan atı alıp Üsküdar’ı geçmiştir. Bir ayaklarını “peygamber yolu”nda sabitledikleri için diğer ayakları ile dünyanın dört bir yanına sefer ederler. 
Hazreti Mevlana’nın meşhur bir pergel metaforu vardır. Pergelin iğneli ayağı sabittir, ama diğer ayağı âlemi dolaşır.
Sabit ayak bulmuşluğu, oturmuşluğu tanımlar, hareketli ayak ise değişim ve yenilenmeyi. Sabit ayak beslendiğimiz kaynaktır, hareketli ayak ise etkileşime açıklığımız.
Sabit ayak, bizim için İslam dini ve onun manevi boyutudur, hareketli ayak ise insanlığın evrensel birikimi/değerleri.
Pergelin iğneli ayağını kendi doktrininde sabitleyen kişi, enerjisini o kaynaktan alır ve yetmiş iki milleti gezer. Etkilenmekten ve değişmekten korkmaz. Mademki Allah, “Biz insanı en mükemmel surette yarattık.” (Tîn Sûresi, 4. ayet) demiştir de “Biz Müslüman’ı en güzel şekilde yarattık” dememiştir; insanın insandan öğreneceği çok şey vardır. İster imanın tadını tatmış olsun isterse tatmamış. İster Budist ister Hıristiyan… Elin üstünde el, derinliğin üstünde derinlik olduğunu, Allah’ın rahmet dairesinin genişliğini başka türlü anlayamaz insan.
“İğneli ayak sabit değilse o yolcu, kahir ekseriyetle, kesret denizinde boğulur. Neyi aradığını bilmiyorsa, ne bulduğunu da anlayamaz. Kiminle hemhal olursa onun rengine boyanır. Hangi denize dalsa çıkardığı cevheri dürr-i yekta zanneder.
Bulursa, bulduğu şey ayağını nereye sabitleyeceği olur. Sonra yolculuğuna yeniden başlar.”
Bağnazlık ve fanatizm
Fakat asıl dehşetli ve vahim durum, iki ayağın da aynı yerde sabitlenmesidir. O sabitlemeden taassup ve fanatizm doğar. Düşünceye set çekilir, hareket alanı sınırlanır, farklı düşünce ve yorumlara kapılar kapatılır.
“Bizim kimseden öğrenecek bir şeyimiz yok, herkes bilmek için bize muhtaç” diye düşünenler öyle düşünmeye devam edebilecekleri dar çerçevelere hapsederler kendilerini. Çoğunlukla din milliyetçisi olur, ya da milliyetlerini din haline getirirler.
Dışarıda riyakâr ve korkak, içeride saldırgan ve baskıcıdırlar.
Dışarıdan bakıldığında komik, içeriden ürküntü verici…
Dış ve iç düşmanların varlığına inanır, çevrelerini de inandırırlar.
Elindekini koruma çabası ile saf sıkılaştırır, “değişik” birine temas ederlerse anında bozulacaklarını sanırlar.
El Kâide taraftarları da oradan çıkar IŞİD savunucuları da…
İmanla küfür arasında sürekli gidip geldikleri halde “İnanıyorsanız üstünsünüz” hadis-i şerifini hiyerarşik üstünlük zanneder, kendilerini büyük âlemi küçük görürler.
Onlar dinin sahipleridir ya, başkalarının nasıl yaşayacağına da karar verir, farklı düşünenleri sindirip sustururlar. Oruç yiyenleri döver, kadının yarım mı tam mı olduğunu bilir, kimin kaç çocuk doğuracağına hükmederler.
Komplocudurlar. Kendi adamlarını bile hain ve işbirlikçi olarak yaftalamaktan çekinmezler. Bağnazlık en çok da nifak ürettiği için herkesi kendi varlıklarına tehdit olarak görür, “Her ses ve kıpırtıyı kendi aleyhlerinde sanır,” (Münafikun Sûresi, 4) sert tedbirler alırlar.
Cahildirler. İlimden, irfandan dünya umurundan hazzetmez; aktivist, hak savunucusu, akademisyen ve âlimleri sevmezler. Biat edenleri ve “önlerine bakanlar”ı göklere çıkarır, diplomaları yoksa cehaletleri ile iftihar ederler.
Şehirleri beton denizleri, dilleri hakaret, hâkim duyguları nefret, ahlakları ezmek, yutmak ve yok etmektir.
Hakikate karşı çıkarken savundukları fikirler akla ve vicdana dayanmaz. Her türlü gayrı meşru eylemi itinayla Kitap’a uydururlar. Önce kanunu ve kuralları ihlal eder, sonra fetvasını alırlar. Önce zulmeder, sonra tevil ederler. Önce çalar, sonra hırsızlığa yeni isimler bulurlar.
Atalar dini
Gerçekte dinleri, Kur’an’ın tanımı ile “atalarının dini”dir. Fanatik oldukları için tarihe ve önderlerine körü körüne bağlıdırlar. Ataları kardeş katline cevaz vermişse kardeş katlini meşru görür; saray yaptırmışsa saray, cami yaptırmışsa “inadına” cami yaptırırlar. Bir futbol maçı kazandıklarında bile meydan savaşı kazanmış edasına bürünür, uçak düşürünce tarihi yenilgilerin tümünün birden intikamını almışçasına mutlu olurlar. Çoktan ellerinden çıkmış bir coğrafyada hâlâ hükümferma olduklarını vehmeder, vebalini düşünmeden milleti akıl almaz maceralara sürüklerler.
Bu şartlanmışlık, her devrin bağnazlarının kendilerini savunma biçimidir.
“Ne zaman senden önce bir memlekete bir uyarıcı göndermişsek, orada hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan dünyevî zevkler peşinde koşanlar, ‘Biz, babalarımızı bu inanç ve uygulama üzerinde toplanmış bulduk; dolayısıyla biz de onların izini takip ediyoruz.’” (Zuhruf Sûresi, 23. ayet) derler.
Ne yazık ki, atalarının dinine tapanların varacakları yer bellidir.
“Ah!” derler, “ah ne olurdu! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik! “Ey ulu Rabbimiz!” derler, “sözün doğrusu, biz önderlerimizin ve büyüklerimizin dediklerine uyduk, ama onlar bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzab, 66-68)
(Allah, Ramazan-ı Şerif hürmetine milletimize o pişmanlık ve uyanışı bu dünyada ve ankaribü’z-zaman yaşatsın!)
Oysa taassubun yerine hakkı, taklidin yerine tahkiki, safsatanın yerine delili koyanlar, çoktan atı alıp Üsküdar’ı geçmiştir. Bir ayaklarını “peygamber yolu”nda sabitledikleri için diğer ayakları ile dünyanın dört bir yanına sefer ederler.