Kur’ân, Hz. Musa-Hz. Hızır kıssasıyla hadiselerin göründüğü gibi olmayabileceğine; “Dünya hayatının biraz zahirini bilirler, fakat öteden (ve Âhiret’ten) gafildirler.” (30:7) buyurmakla, hakikatin “öte”deki yerine dikkat çeker. Hz. Üstad (r.a.), “Araştırmacı, dalgıç olmalı; zamanın tesirlerinden sıyrılabilmeli; mazinin derinliklerine dalmalı; mantığın terazisiyle tartmalı; her şeyin kaynağını bulmalıdır.” der. Üstad; niyet, nazar, manâ-yı ismî, manâ-yı harfîden de sözeder ki, doğru görüp doğru değerlendirebilmek için hakikati bulma ve ona tâbi olma niyeti taşımalı; bakış açısı doğru olmalı; eşya ve hadiselere öncelikle varlık senfonisindeki yerleri, fonksiyonları, taşıdıkları manâ ve Yaratıcı nokta-i nazarından bakmalı. Tarih, Meşîet-i İlâhî’nin insan iradesini nazara alan tezahürü, Cenab-ı Allah’ı bize tanıtan küllî bir muarrif olarak Sünnetullah veya Âdetullah içinde akar. İnsanların hangi şartlarda nasıl davranırlarsa ne ile karşılaşacakları, Cenab-ı Allah’ın eşya ve hadiselere yüklediği manâ ve fonksiyon bellidir.
Allah (c.c.), insanı yeryüzü hayatına gönderirken, daima birbirine hasım iki silsilenin olacağını beyan buyurmuştur. Bu iki silsileden biri nihayet Cennet’i, diğeri Cehennem’i dolduracak, bir de hidayete yol ve imkân bulamayan (muztaz’af)lar olacaktır ki, bunlar için, (iradelerine dâhil ve hariç bazı şartlar muvacehesinde) “Dilerse affeder, dilerse azap eder” hükmü sözkonusudur. Mezkûr iki silsileden birine peygamberlik, diğerine (peygamberlik manâ ve hakikatine muarız) insan düşüncesi (beşerî felsefe) rehberlik eder. Hz. Bediüzzaman, tesbitini yapar: “Her ne vakit beşerî felsefenin Din’e itaat ve hizmetiyle bu iki silsile birleşip kaynaşmışsa insanlık, parlak bir saadet, bir içtimaî hayat yaşamıştır. Ne vakit ayrı gitmişlerse, hayır ve nur Din ve peygamberlik silsilesi, şerler ve dalâletler ise felsefe silsilesinin etrafına toplanmıştır.” “Tarih peygamberlikle başlamış olup, felsefe silsilesinde görülebilen hayırlar da zaman içinde peygamberlik silsilesinden alınmış ve tevarüs edilmiştir.”
Tarih, Allah’ın insanlar arasında döndürüp durduğu çevrimlerle, gel-gitlerle, bahar-yaz, güz-kışlarla, geceler-gündüzlerle devam eder; bugün birine gündüz ve bahar, diğerine gece ve kış iken, yarın başka olur. Böyledir, çünkü insanın Âhiret adına imtihanı tamamlanacak ve kimsenin Mahkeme-i Kübra’da Allah karşısında mazereti olmayacaktır; çünkü Allah, gerçek mü’minleri, sabredenleri ortaya çıkarmak, hakikate şahidler edinmek, mü’minleri temizlemek, kâfirleri âkıbetleriyle başbaşa bırakmak dilemektedir.
Peygamberlik silsilesinin tâbileri, genellikle az sayıda, öyle ki bazen bir gemiyi dolduracak, bazen içinde bir eşin, bir eş ve oğlun dahi münkir-hain olduğu bir ev kadar olmuştur. İnsanlık en koyu karanlıkları yaşarken her defasında bir peygamber güneş gibi doğmuş ve peygamber vârisleri onların çizgisini devam ettirmiş; Cenab-ı Allah, yaratılışın dünyaya ait nihaî gayesi olarak, peygamberlik çizgisinin ismi olan İslâm’ın Kıyamet’ten önce bütün cihanı aydınlatacağını müjdelemiştir.
İslâm, içten ve dıştan en bâdireli iki döneminden birini 12-14. asırlarda yaşadı; fakat bir yandan Haçlı saldırılarını yüzgeri ederken, diğer yandan Moğolları ilim ve maneviyat havuzunda eritti ve Osmanlı sürgününü verdi.
İslâm, şimdi ikinci garipliğini yaşıyor. Dünya, dehşetli hadiselere gebe; en az yarım asır çalkalandıkça çalkalanacak. Âhiret cennetinden önce dünya, İslâm ile “yitirilmiş cennet”ini yaşayacak. Ve, akıllarını hakikate, Din’e hakem kılıp, her dönem mevcut şartların tesiri altında farklı İslâm tarifleri yapan, İslâm’ı her dönem mevcut şartlara adapteye çalışan, dolayısıyla aldanan ve aldatanlar da, İslâm’a ve samimî Müslümanlara dahledenler de, bir defa daha nasıl yanıldıklarını acı acı anlayacaklar.