Son kez bakıyordu belki de Roma’ya. Evini, bağını, bahçesini; hepsinden önemlisi itibarını kaybediyordu sanki. Oysa bir süre sonra yeniden dönecekti ülkesine. Nereden bilebilirdi ki ülke defalarca hercümerç olacak, dillere destan sistemleri çökecek, hukuk askıya alınacak… Son bakışın öfkesiyle kölesi (aynı zamanda yakın arkadaşı) Tiro’ya sordu: ‘Geri dönmemiz gerektiğini düşünmüyor musun?’
Yol arkadaşının umutsuz bakışları ve şaşkınlığını gören Çiçero bir soru daha sordu: ‘Söyle bana biz Roma’dan niçin kaçıyoruz?’.
Hiç tereddüt göstermedi bu sefer Tiro: ‘Clodius ve çetesi yüzünden’. Çiçero’nun canını sıkan da buydu galiba. Üstüne basa basa Clodius’un nasıl bu kadar güçlü olabildiğini sorguladı. ‘Çünkü’ dedi bilge köle ve ‘O bir ‘tribüne’ ve dilediği yasayı yapabiliyor’ diye ekledi. Efendisi ‘Bunu gücü ona sağlayan kim?’ diye üsteleyince kısa bir tereddüt yaşadı ilkin ve ardından Çiçero’nun duymak istediği gerçeği söyledi: Sezar.
Evet, Sezar döşemişti taşları tek tek. Şimdi Clodius dilediği kişiler hakkında sürgün, hapis, idam kararları vermekteydi. İnsanların mallarına çökülüyordu. Bürokrasi, yasalar, mahkemeler Sezar’ın emirleri doğrultusunda işletilmekteydi.
Tribüne kelimesini Sesli Sözlük ‘sulh hâkimi’ diye tercüme ediyor. İşte o hâkim halk adına karar veriyor, insanları hain diye yaftalayabiliyordu.
Bir insan Eski Roma’da hain ilan edilirse iki şey kaçınılmaz hale gelirdi: Ya ölüm fermanına kadar varan cezalar verilirdi; ya da ülke dışına çıkması sağlanır, sürgün kararı verilir ve o kişilerin malına mülküne el konurdu.
Zaten o yüzden Tiro ünlü filozof ve devlet adamının ‘Haydi dönelim Roma’ya’ demesine fırsat vermeden ‘Clodius hali hazırda evinizi yakmıştır. Dönersek daha kötü şeyler de olur.’ manasına sözler sarf ediyor. Çiçero’yu böylece dönme fikrinden vaz geçiriyor. Ve Selanik üzerinden sürgün hayatına başlamış oluyor. Dönse ne olacaktı ki Sezar Roma’yı adım adım ele geçiriyor, senatoyu akim bırakıyor, mahkemeleri muhaliflerini yok etmek için kullanıyor, tek adam olma yolunda hiç bir engel tanımıyordu…
Kısaca özetlemeye çalıştığım yukardaki tablo bir önceki yazımda bahsettiğim kitaptan. Robert Harris, Diktatör adlı eserinde bir devlet adamının rakiplerini hatta refiklerini teker teker nasıl devre dışı bıraktığı anlatılıyor. Roman türünün akıcı üslubuyla verilen hadiseler zinciri 2 bin yıl önceki iktidar kavgalarının ne kadar haşin süreçlerden geçtiğini gösteriyor.
Mesela 117. sayfada başlayan ve bir sonraki sayfaya sarkan bir anlatım siyasetin öteden beri nasıl karmaşık ilişkiler yumağı olduğuna dair ipucu veriyor. Senato seçimleri vardır ufukta. Seçimlerde kaybedeceğini gören güçlü aktör seçimin erteleneceğini söyler. Gerekçesini sorar Çiçero. ‘Roma’daki şiddet’ cevabını alır. Kafası büsbütün karışmıştır; zira ortada seçim erteletecek bir şiddet görünmemektedir. ‘Ne şiddeti!’ diye sorar. Cevap yine Clodius isminde düğümlenir. Kaotik bir ortam oluşturulacak, seçimler iptal edilecek, şiddet ortamındaki kargaşa Sezar’ın önünü açacaktır. Öyle de olur…
Sonunda Sezar muradına erer ve ‘Ömür Boyu Diktatör’ ilan edilir. Tam bu noktada kitap önemli bir hatırlatma yapıyor kahramanlarının diliyle: ‘Ne zaman bir şey zirvede görünse emin olabilirsin ki yıkılmaya başlamıştır.’ Ve art arda sıralıyor en güçlü olduklarında kaybetmeye başlayan tarihi şahsiyetleri.
Ne var ki müesses nizamı ve onun yasalarını kullanarak diktatör koltuğuna oturan kişi sadece kendine değil topluma da zarar verir; velev ki güzel işler de yapmış olsun, zaferler de kazanmış olsun. Diktatörlük yerleşince herkes diyetini ağır ödüyor, artık özgürlüğün lafta kaldığını, mahkemelerin adalet dağıtmadığını görüyor. Heyhat!
İlber Hoca (Ortaylı) ‘Osmanlı Roma’nın devamıydı. Roma nedir bilmeyen kasabalı adam rahatsız oluyor.’ demiş birkaç gün önce. Ah hocam ah; o ‘kasabalı adamlar’ Roma’dan Osmanlı’ya devam eden kültürü, sanatı, hukuku vs. bilmiyor; ama siyasi dalavereden gayet haberdar görünüyor. 6 ay önce piyasaya çıkan Diktatör kitabını okurken bu hisse kapılıyorsunuz ister istemez…