Ahmet Davutoğlu ile hayatımda bir kez karşılaşmam oldu. Samanyolu’nda İslâm ve savaşın müzakere edildiği bir programda beraberdik ve o programda yaptığı bir tespit çok takdir görmüştü: “İslâm, savaşı bir insanlık realitesi olarak tanımış ve onun için kaideler koymuştur. Hıristiyanlık teoride savaşı reddetse de, savaşlara mâni olmak şöyle dursun, onun için kaideleri de olmadığından Hıristiyan dünyada savaşlar daha acımasız ve çok daha kanlı olmuştur.” Evet, Bediüzzaman’ın tespitiyle de, “Habis medeniyet, sadece Birinci Dünya Savaşı’nda bütün önceki asırlarda kusulan vahşet ve cinayet, gadr ve ihanetin tamamını bir defada kusmuş”; İkinci Dünya Savaşı’nda ise bunun iki katı kusulmuştur.
Davutoğlu, belki parlak bir akademisyendi, bilmiyorum. Ama kariyerini devlet kademesinin en üst mevkilerinde 10 yıllık icraatıyla ortaya koydu ve icraatıyla çok defa ekonomide olduğu gibi, siyasette de teori ile pratiğin birbirini pek de tutmadığını bir defa daha gördük. Kendine göre parlak fikirleri vardı; hayalinde de bir Osmanlı hinterlandı dirilmesi var gibiydi. “Sıfır sorun” stratejisiyle Türkiye’yi bir sulh adasının merkezi, merkez üssü, bölgede “izni olmadan yaprağın bile kıpırdamadığı güç” yapacaktı; hattâ kendine göre yapmış ve “Bölgede iznimiz olmadan yaprak kıpırdamaz.” diyebilmişti de. Televizyonlarda programlara çıkıp ikna edici gibi konuşuyor; bir bakıma hayallerini gerçek gibi sunabiliyordu. Ama gerçek bütün çıplaklığıyla kendini ortaya koyuverdi. Türkiye, “Sıfır sorun”dan “sırf sorun”a evrilmiş ve bölgenin en etkisiz ülkesi haline gelmişti. Mısır’da kaybetmiş, Suriye’de kaybetmiş, hattâ Irak’ta kaybetmiş, “Kürt meselesi”nde de kaybetmişti.
Müşahedelerime göre, Davutoğlu’nun en büyük düşmanı ve rakibi kendisiydi. Tasavvuf’ta “Velî, nûruna mağlûptur.” derler. Kendi nûruyla çevrili bulunan velînin bu nurla gözü kamaştığından, gerekli ilmî müktesebat ve seviyeden mahrum bulunan bir velî, kendi nurundan daha öte nur yok zanneder ve kendisini en büyük velî bilir. Bazı velîlerin nûruna mağlûp olması gibi, malûmatı ilim zanneden bazıları da malûmatlarına mağlûptur. Merhum Necip Fazıl’ın o müthiş tespit ve benzetmesiyle, bu malûmat sahipleri, çölde deve idrarı birikintisi içinde saman çöpüne binen ve kendisini okyanusta transatlantikte zanneden karınca gibidir. Bu gerçeği, “akademisyen kibri” içinde bazı akademisyenlerde de görürüz. Davutoğlu, sadece her şeyi çok iyi ve en iyi bilme akademisyen kibri içinde değil, kendini İslâmî sahada bir “vazifeli” gibi görme tavrı, hattâ kibri içindeydi de. Sadece bazı davranışları değil, konuşmalarından da taşan manâ bu idi. Meselâ, “Ben, rüyamda Hegel ile Gazalî’yi tartıştırıyorum!” derken malûmatına mağlûbiyeti ve akademik kibrini; “Sizlerde Hz. Yusuf’un yüzünü görüyorum; Hz. Peygamber’le birlikte Medine’ye revan gençlerin imanını görüyorum. Çehrenizde şehitlik aşkı görüyorum…” diye konuşurken, AKP’nin misyonunu Selâhaddin-i Eyyûbî’nin misyonu olarak ilan ederken kendini “vazifeli” görme tavır ve kibrini açığa vuruyordu. Oysa İbrahim Hakkı hazretlerinin buyurduğu üzere, kendisini bütün insanların daha altında görmeyene İslâm adına “vazife” verilmezdi.
Davutoğlu, söz konusu tavrıyla “vazifeliler” çatışması duvarına çarptı. Mevcut tavrıyla zaten hep kayıp içindeydi. Her yaptığını doğru yaptığı zannı içinde “(Ey Rasûlüm,) de ki: Yaptıklarıyla en çok kayba uğrayanların kimler olduğunu size haber verelim mi? Onlar, dünya hayatındaki bütün gayretleri boşa giden, fakat buna rağmen güzel işler yaptıklarını zannedenlerdir.” (18: 103-104) âyetini tasdik ediyordu. Her türlü kaybına ve başarısızlığına rağmen hep kabûl ve tasdik görme tavrıyla da, “Yapmadıklarıyla, başaramadıklarıyla (yapmış ve başarmış bilinmek ve) övülmek isterler.” (3: 188) âyetinin manâsını sergiliyordu. Artık umarım bir muhasebe içine girer.
Davutoğlu kaybetti de Erdoğan kazandı mı? Erdoğan, en büyük kaybeden olmaya çoktan aday!