17/25 Aralık sürecinin başından bu yana ve o meşhur mülaane/muhavele/mübahale/beddua benim isimlendirmem ile samimi ve içten yakarıştan bu yana Fethullah Gülen Hocaefendi yaptığı sohbetlerin büyük bir kısmında “affetmeye” mutlaka vurgu yapıyor. Kötülüğe misliyle mukabele etmenin ayetleri delil göstererek İslam’ın cevaz verdiği bir eylem olduğunu söylüyor ama hemen ardından af yolunu tercihin daha doğru olduğunu ifade ediyor.
17 Nisan 2016 Pazar günü katıldığım sohbetinde aynı hususlara yeniden vurgu yaptı Hocaefendi. Dile kolay, 17 Aralık 2013’den bugüne tam tamına 2 yıl 4 ay 12 gün geçmiş ve Hocaefendi aynı yerde duruyor, aynı söylemleri dile getiriyor. Halbuki bu süre içinde sadece Türkiye tarihine değil insanlık tarihine malzeme olacak nice zulümler yapıldı ve hala yapılıyor.
Tarihçiler tarih hakkında değerlendirme yaparken yaşanan sürecin bitmesini bekler. Çünkü hadiselerin nasıl bir seyir alacağını kestirmek mümkün değildir. Nitekim AK Parti’nin 2010’lara kadar olan tavrı ile 2010 referandumundan sonra AKP’leşen tavrı bunun en güncel örneği. Siyaset bilim teorilerinin bir manada iflas ettiği, sanki siyasi sorumlu ve nihai karar mercii kendileri değilmişçesine “kandırıldık” mazeretine sığınmaları bunun bir başka göstergesi.
Bu zaviyeden bakınca Hocaefendi bıkmadan usanmadan tekrar ettiği af vurgusu ile sosyal hayatta meydana getirilen kutuplaşmanın etkisini azaltmaya çalıştığı, sesinin ve soluğunun ulaştığı, sözlerinin kendileri nezdinde bir anlam ifade eden kitleyi rehabilite ettiği kanaatindeyim. Savaş devam ederken yaralıların tedavi edilmesi gerçeği üzerinden okuyabilirsiniz bu sözlerimi. Savaşta yaralananlara “Hele şu savaş bir bitsin, seni sonra tedavi ederiz.” denilmediği gibi, burada da aynı şeyin yapıldığı inancındayım. Bir ‘bölen’e karşılık bir birleştiren’in mücadelesi de diyebilirsiniz buna.
Kur’ani bir metot olduğunu söyleyebilirim ben bunun. Bir avuç Müslüman, Mekkeli zalim ve kafirlerin ağır baskıları, zulümleri, eziyetleri ve işkenceleri altında inim inim inlerken inen şu ayetlere bakın: “Onlar zulme uğradıklarında, haksız saldırılara maruz kaldıklarında elbirliği ile kendilerini savunurlar.” Zulüm son buluncaya kadar devam etmesi gereken bu yardımlaşmanın insanları ulaştıracağı yer bellidir; haklarını istirdat etme, Allah’ın yaratılıştan her insana verdiği temel haklarını yeniden elde etme.
Pekala izlenecek yol nedir? Kötülüğe kötülükle mukabelede bulunmak mı? Kur’an diyor ki: “Bir kötülüğe ancak ona denk bir kötülükle karşılık verilebilir.” Buradan sakın ola ki adil bir intikam sonucu çıkartmayın. Kur’an’ın kast ettiği haksızlığın mağdur ve mazlumlar lehine son bulması, o haksızlıkları yapanların da hukuki zeminde cezalarının adil bir şekilde verilmesidir. Ama Kur’an devam ediyor: “Bununla beraber kim affeder, haksızlık edenle arasını düzeltirse onun mükâfatını Allah, Kendisine yaraşan tarzda verir. Şüphe yok ki Allah zalimleri sevmez.”
Devam edelim; mazlumun ihtiyarına bırakılmış olan affa mazlum evet demezse ne olacak? Ayet diyor ki: “Kim zulme uğradıktan sonra hakkını meşru yollarla alırsa, onlar hiçbir yolla sorumlu tutulamaz, kınanamaz ve cezalandırılamazlar.” Neden sorumlu tutulamaz, kınanamaz ve cezalandırılamaz? Cevabı açık ve net bu sorunun. Çünkü “Asıl sorumlu olanlar, ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere başkalarının hukukuna saldıranlardır. İşte böylelerinin hakkı gayet acı bir azaptır.”
Her hak sahibine hakkını veren Allah, tam da bu noktada mazluma onun iradesini elinden almaksızın, nihai kararı kendisine bırakarak İlahi tercihinin hangi istikamette olduğunu bir kez daha yeniliyor ve diyor ki: “Her kim dişini sıkarak sabreder ve kusurları affederse, işte onun bu hareketi, ancak büyüklere yaraşan örnek davranışlardandır.” Bkz; Şura Suresi 39-43 ayetler.