Selef-i Salihin bedel ödediler, ama dini kendi safiyet ve duruluğu ile bize ulaştırdılar. Yoksa biz de hafizanallah, iftira atınca da Müslüman olunuyor, rüşvet alınca da Müslüman olunuyor, zulmedince de Müslüman olunuyor zannedenlerden olacaktık. Derinlik olmadan, kalbî ve ruhî hayat olmadan da insan olunabileceğini, Ehl-i Beyt’in çektiklerine kör kalarak yaşanabileceğini vehmedecektik.
Bediüzzaman orucun insanı bir nevi melekiyete büründürdüğünü, adeta suret giymiş bir “ruh” haline getirdiğini söyler. Oruçla aczini ve fakrini vicdanının en derininde hisseden kul, kendine hem bir dayanak noktası hem de bir rahmet kapısı bulur. “De ki Allah Samed’dir” emrini yeni duymuş gibi, her türlü muhtaçlıktan azade, Rabbinin dergâhına yönelir.
O dergâha eriştiğinin alameti ise hakiki şükrün en önemli esası olan “hemcinslerine şefkat”le geri dönmesidir.
Bu önermeye göre hemcinslerine şefkat göstermeyenin şükrü hakiki şükür, orucu da hakiki oruç değildir. Bunun için Bediüzzaman, firavunluğunu bırakmamış nefisleri hesaba katarak “eğer gaflet kalbini bozmamışsa!” şerhini düşmeyi ihmal etmez.
“Nice oruç tutanlar vardır ki oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur” (İbn Mâce, Sıyam, 21) hadis-i şerifini bilmeyen yoktur sanıyorum.
Oruç tuttuğu için Cennet’i garantilediğini düşünen, tutmayanları hakir görenleri kuvvetle ihtar eden bu Hadis-i Şerif, “Oruç tutan herkes kibirden azade, despotluktan beri midir? Yani oruç tutan küçük ya da büyük Firavunlar, Nemrutlar yok mudur?” sorusuna da cevap veriyor.
Kabul edelim ki, “yoktur” cevabı ancak “Oruç tutsa da, Kur’an okusa da, namaz kılsa da zalim Müslüman değildir.” diyebilmekle mümkün.
Oruç tutan bir Firavun: Haccac-ı Zâlim
Bir zalim prototipi, seksen bin insanın katili olduğu rivayet edilen Emevî Valisi Haccac hayatı boyunca orucu hiç bırakmamıştı mesela.
Tarihçiler onun Kur’an’a çok hürmet ettiğini, hâfızları toplayarak Kur’an’ın harfleri ve harekelenmesi ile ilgili çeşitli çalışmalar yaptırdığını, kendisinin de her gece Kur’an okuduğunu söylüyor.
Ama Kur’an’a hizmeti de okuduğu ayetler de, meşhur muhaddis ve müfessir Saîd b. Cübeyr dâhil binlerce kişiyi öldürten bir “cebbar ve kan dökücü” olmasına mani olmadı.
Milliyetçiydi. Emevî hanedanını destekleyenlerle hiçbir sorunu yoktu. Muhtemelen çok da dua alıyordu. Emevî ekonomisinin istikrara kavuşmasını sağlamış, kanallar açtırmış, bataklıkları kurutmuş, tarımda üretimi artırmış, köylerden şehirlere göçü önlemiş, posta teşkilatına bile çeki düzen vermişti.
Fakat muhalif binlerce mağdur ve mazlumu zindanlarda tutuyordu. Kendisine biat etmeyenlere dinden çıkmış muamelesi yapıyor, Mevali’den (Arap olmayan Müslümanlar) haraç ve cizye alıyordu.
Ehl-i Beyt’in amansız düşmanıydı; çünkü onları Emevi saltanatı için tehdit olarak görüyordu. Hz. Ali soyundan olan hanımını, Abdülmelik b. Mervân’ın emriyle boşamıştı.
Irak’a vali tayin edildikten sonra okuduğu hutbe, Arap edebiyatının örnek metinleri arasında sayılacak kadar iyi bir hatipti. Fakat İbn Ömer’in korkusuzca yüzüne söylediği şekliyle “Din Allah için olsun diye değil, Allah’tan başkaları için olsun diye fitne çıkarıyor, kavga veriyordu.”
Bütün gücünü Emevî saltanatının ayakta kalması için harcadı, ama Emevi saltanatı onu ayakta tutamadı. Kendi ölümünü isteyecek kadar büyük ruhî sıkıntılara mâruz kaldı. Uykunun gözlerine haram kılındığı bu vahşi adam, 54 yaşında dayanılmaz mide ağrıları ve ıstıraplar içinde öldü. Mezarı tahrip edilmesin diye götürülüp ücra bir çukura gömüldü.
İnsanlık tarihinin hunhar ve gaddarları çoktu. Ama zalim sıfatı ona layık görüldü.
Kalbî ve ruhî Hayat olmadan
Zalim Haccac’ın murdar bedeni dünyadan yıkılıp gidince ne oluyor, biliyor musunuz? Hasan Basrî Hazretleri, “Allah’ım, onu ortadan kaldırdığın gibi sünnetini de kaldır” diye dua ediyor. Ömer b. Abdülazîz şükür secdesine kapanıyor. İbrahim en-Nehaî sevincinden ağlıyor.
Haccac’a olan şahsî düşmanlıklarından değil, zulümle aralarını mağriple maşrığın arasının ayrıldığı gibi ayırmış olmalarından. “Devlet”e ihanetlerinden değil, Hakk’a riayetlerinden.
“Zalimler için yaşasın Cehennem” demeden Müslüman toplumların iflah olmayacağına inanmış olmalarından…
Onlar suri ibadetlere prim vermiyor, İslam’ı şekle indirgemiyorlardı. Allah’ın dilerse recül-i facirle dini teyid edeceğine inanıyorlardı. Namaz kılıyor, oruç tutuyor diye yalancının cürmünü örtbas etmiyor, “çalışıyor” diye çalana göz yummuyorlardı.
Arap milliyetçiliği gözlerini bürümemişti. Abdullah ibn Ömer, Said bin Cübeyr, Abdullah bin Zübeyr gibi yüce kametler Haccac’ın eliyle can veriyor, fakat Ulü’l-emr’e itaat başlığı altında Firavun ve Karun’lara boyun eğmiyorlardı. Sıranın kendilerine geleceğinden korkmadan zulmü lanetliyor, ümitsizliğe düşmeden yeryüzünde iyiliği çoğaltmaya çalışıyorlardı.
Allah Selef-i Salihin’den razı olsun, bedel ödediler, ama dini kendi safiyet ve duruluğu ile bize ulaştırdılar. Yoksa biz de hafizanallah, iftira atınca da Müslüman olunuyor, rüşvet alınca da Müslüman olunuyor, zulmedince de Müslüman olunuyor zannedenlerden olacaktık. Derinlik olmadan, kalbî ve ruhî hayat olmadan da insan olunabileceğini, Ehl-i Beyt’in çektiklerine kör kalarak yaşanabileceğini vehmedecektik.
Oysa ahlakın ve adaletin olmadığı bir din algısı Müslümanlığı münafıklık derekesine indirmekten başka bir şey değil.
İnsana aczini ve fakrını bildirmeyen ve onu zulümden alıkoymayan amel, amel değil.
“Ben aciz bir kulum, Sen de benim Rabb-i Rahimimsin” demeden oruç oruç, Müslüman da Müslüman değil.