Yorum | Cemil Tokpınar
Bir Ramazan akşamı cami imamının kapısını çalmış gençler.
— Hocam, demişler. Teravihe gelmek istiyoruz ama yatsıdan biraz sonra dünya kupası maçı var. Yetişebilir miyiz?
İmam gençleri kaçırmak istememiş.
— Tabii ki yetişirsiniz çocuklar, ezan okununca camiye gelin, cevabını vermiş.
Yatsı ezanı okunmuş, gençler camiye koşmuş. İmam yatsıyı normal bir şekilde kıldırmış, ama sıra teravihe gelince bir koşturmaca başlamış. Öyle ki, gençler ikinci secdeden kalkarken yaşlılar birinciyi ancak yetiştirebilmiş. Herkes kan ter içinde kalmış.
Namaz biter bitmez, teravih kılmanın iç huzuruyla coşan gençler, “huşu içinde” maç izlemeye koşmuşlar. Cemaat dağılırken yaşlı bir amca imamın önünü kesmiş.
— Hocam, demiş. Ben bu namazdan bir şey anlamadım. O kadar hızlı kıldırdınız ki, secdede bir kere “Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ” ancak diyebildim.
Genç imam gülmüş.
— Sen ona şükret amca. Vallahi ben onu da diyemedim.
Tabii teravihle ilgili bir fıkra bu. Belki de hiç yaşanmadı. Ancak bazı teravihlerde rükû ve secdede bir tesbihi ancak söyleyebiliyoruz. Cemaatin yoğun denetiminde olan bazı imamlar cemaati bıktırmamak için elinden geleni yapıyor.
“Amma yavaş kıldırdın hocam”, “Çok uzun okudun, neredeyse uyuyacaktım” gibi tepkiler imamları üzüyor. Zaten Ramazan’ın ilk günü tıklım tıklım olan camilerde cemaatin önce yarıya, sonra da üçte bire düşmesi “mesaj” olarak yetiyor.
Peki, teravihi cazip hale getirmenin yolu, giderek hızı arttırmak mıdır?
Neredeyse hiçbir İslâm ülkesinde görülmeyen bir hızda kılınan teravih namazları, adeta bir akrobasiye veya spor hareketlerine dönüşüyor. Oysa teravih, en kuvvetli sünnetlerdendir. Peki, böyle mi kılıyordu Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)?
Teravih zaten kelime olarak “istirahat ederek, rahat rahat kılınan namaz” demek. Öyle ki, sahabeler ve onları izleyenler, her rekâtta bir sayfa okuyarak Ramazan boyunca bir hatim yapıyorlardı. Şimdi yanlışlıkla hatimle kıldırılan bir camiye girenler, iki rekât kıldıktan sonra çareyi kaçmakta buluyor. Ama hamdolsun, her şehirde hatimle kılınan camiler ve özellikle bunlara iştirak eden kardeşlerimiz de var.
Bir grup genç, imamı namazdan sonra yargılamışlar.
— Hocam, hani nasıl anlaşmıştık? İlk dört rekât iyiydik, ama birden yavaşladın.
Sol tarafa selam verirken müftüyü gören imam ne yapsın?
— Sormayın gençler, demiş. Radara yakalandık.
İyi ama tüm radarların üzerinde olan Rabbimizin kontrolünden uzak mı sandık kendimizi? Hani Onun “Sem’i ve Basar” sıfatları vardı? Her sözümüzü işitip, her anımızı görmüyor mu O? Bütün yaptıklarımız, bütün ayrıntılarıyla melekler tarafından kameraya alınmıyor mu?
Belki de ülkemizin birçok şehrinde hızlı teravih kılınan camilere akın ediyor gençler. Hatta hızlı kılınan cami daha uzak olduğu için namazda geçen zamandan daha fazlasını yol yürüyerek kaybetseler bile.
Her Ramazan bir tartışma başlar.
— Teravih sekiz rekât mı, yirmi rekât mı?
Tartışmalar gazete köşelerinden televizyon ekranlarına kadar taşınır. Bana:
— Sekiz rekât kılsak olur mu hocam, diye sorduklarında hemen cevap veririm:
— Hiç kılmasan da olur, çünkü teravih farz değildir, sünnettir. Ama kılarsan, çok iyi olur, muhteşem olur, sevabı ve fazileti muazzam olur.
Yine imam olduğum zaman gençler sorar:
— Hocam, kaç rekâtta bir selâm vereceksiniz?
— Çok sevap alalım diye iki rekâtta bir selâm vereceğiz, derim.
— Dört rekâtta bir versek…
Niçin böyle istiyorlar? Çünkü iki selâmla bir salâvat kârları olacak! Bunun her biri yaklaşık on saniye sürse, beş kez tekrarlanacağı için 50 saniye daha erken bitecek namaz.
Oysa bir bilsek bunun faziletini… Öncelikle iki rekât kılmak daha faziletli, daha sevaplı. Selâmı iki tarafımızdaki hafaza meleklerine veriyoruz. Hatta bazı Allah dostları, sağ tarafa verirken peygamberlere, sol tarafa verirken de evliyalara selâm verdiğini söylüyor.
Salâvat ise Efendimizin (s.a.v.) bize şefaat etmesine vesile olacak. Hem bizim için ömür boyu dua eden, mahşerde “Ümmetim” diye yalvaracak olan Güzeller Güzeline biraz salavat getirsek ne olur ki?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Ramazan’da Cehennem kapıları kapanır. Cennet kapıları açılır ve şeytanlar zincire vurulur” buyuruyor. Bediüzzaman Hazretleri, Ramazan’da işlediğimiz her iyiliğe, yaptığımız her ibadete bin kat sevap verildiğini belirtiyor.
Af ve mağfiretin coştuğu, günah hamalı olan biz ahir zaman Müslümanları için kârlı bir ticaret mevsimi ve adeta kurtuluşumuz için bir can simidi olan Ramazan’ın müstesna bir ibadeti teravihi yeniden keşfetmek ve tavizsiz olarak uygulamak zorundayız.
Zaten ümmet olarak birçok nafile namazın hakkını veremiyoruz. Hiç değilse her bir rekâtı bin rekât olarak yazılan teravihe sarılalım. Her gün yirmi bin rekât namaz kılmış gibi sevap almayı kim istemez? Hiç kılmayıp terk etmekle ya da kabul olmayacak derecede hızlı kılmakla Allah’ın rızasını reddettiğimizin farkında mıyız? İhmal ettiğimiz her bir teravih, Cennetteki bahçemizi küçülten, köşklerimizi azaltan bir hatadır. Belki de Cehennemin yollarını tıkayacak güzelim rekâtları, heba ediyoruz, heder ediyoruz…
Teravih, haşir meydanında hesap görülürken terazimizin sevap kefesini ağırlaştıracak muhteşem bir ibadettir. Kim bilir, tam da sevaplarımız az geldiğinde, Cehennem korkusundan zangır zangır titrerken, kalbimiz heyecandan gümbür gümbür atarken; güzel, gökçek, dırahşan çehreli bir yiğit gibi teravih namazımız gelecek, hafif gelen sevap kefesine kurulacak ve bir anda her şey tersine dönecektir.
Hiç kimsenin hiç kimseye bir katkısı olmadığı o dehşetli günde bize şefaat edecek, elimizden tutacak olan teravihe niçin dört elle sarılmıyoruz?
Bakın ne diyor Sevgili Efendimiz (s.a.v.):
“Kim Ramazan ayının şeref ve faziletine inanarak, Cenab-ı Hakk’ın rızasını gözeterek Ramazan hatırası için teravih namazını kılarsa, geçmiş günahları affedilir.” (Buhârî, Savm: 69)
Kim bu müjdeye kavuşmak istemez? Ya şu müjdeye nail olmak için 20 rekât namaz az bile gelmez mi?
“Teravih namazını imamla birlikte sonuna kadar tamamlayan kimse o geceyi bütünüyle ibadetle geçirmiş olur.” (Tirmizî, Savm: 61)
Bakın Efendimizden (s.a.v.) muhteşem bir müjde daha:
“Şüphesiz Allah Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerini ihya etmeyi sünnet kıldım. Her kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan’ı oruçla, gecelerini namazla ihya ederse, anasından doğduğu gün gibi günahlarından temizlenmiş olur.” (İbn-i Mâce, İkametu’s-Salât: 173)
Teravihi, “nasıl olsa sünnet” düşüncesiyle asla hafife almamak gerekir. Hatta her zamanda ve her şartta tavizsiz bir tavrımız olmalı. Çünkü yolculuk, hastalık, misafirlik, iş yoğunluğu gibi bir mazeretle kılmadığımız zaman nefsimiz alışkanlık kazanacak, hafife alacak ve önemsemeyecektir.
Ne zaman ki bir gün kılmayıp ihmal ettiniz; ertesi gün nefis şunu söylemeye hazırdır:
— Canım ne olacak kılmasan? Dün de kılmamıştın. Hem zaten farz bile değil. Üstelik birkaç kez 20 rekât kıldın. Oysa sekiz bile kılınırmış. Fazla kıldıklarını kılmadıklarına say.
Bazen de çok masum bir mazeretle geliyormuş gibidir nefis. Gün boyu Allah yolunda bir hizmet için koşturmuşsunuzdur.
— Bugün teravihi kılmasan da olur. Zaten hizmet için koştun. Onun sevabı sana yeter de artar bile, diyerek kandırmaya çalışır.
Eski asırların insanları çok ibadet eder, tavizsiz yaşarlardı. Ara sıra gerçek mazeretleri olduğunda kılamaz, buna bile üzülürlerdi. Günümüz Müslümanları ise, bir bahaneyle teravihten kaçmak için fırsat kolluyor. Mazeretinin birisi gerçekse, birçoğu asılsız bahanelerden ibaret. Bu yüzden nefse karşı tavizsiz olmak, meydan okumak ve hiçbir bahanesine yüz vermemek tek çözümdür.
Ben bunun yolunu tavizsizlikte buldum. Teravihle ilgili yıllar önce nefsimle bir tartışma yaşadım. Bunu özet olarak yazmak istiyorum. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
— Ey nefis! Sakın ola bana teravih için bir bahaneyle gelme. Hiçbir sözünü dinlemem.
— Estağfirullah efendim, elbette senin gibi bir namaz sevdalısına ben ne diyebilirim? Ancak sünnettir, hasta veya yorgun olunca ne yapacaksın?
— Yine kılarım, teravih bu. Bire bin yazılıyor. Ya bir dahaki Ramazan’a erişemezsem?
— Ama ayakta duramayacak kadar hasta olursanız?
— Direnirim, dururum. Ama duramazsam, oturarak kılmak da caiz.
— Peki, Ramazan’da sık sık sohbetlere gidiyor, namazı anlatıyorsun. Yolculukta kılmazsan bir şey olmaz. Zaten Allah için çalışıyorsun.
— Öyle mi? İnsanlara tavsiye ettiğimizi kendimiz yapmazsak doğru olur mu? Seyahatlerde çoğu kez gittiğimiz yerde fırsat oluyor, cemaatle kılıyoruz. Pek azı yolculuk anına rastlıyor. O zaman da molalarda pekâlâ kılabiliyorum.
— Haklısın ama hiç değilse iftara gittiğin misafirliklerde kılmasan… Çünkü Allah yolunda çok tatlı sohbetler oluyor…
— Yine yanıldın nefis, Ramazan sohbetten çok ibadet zamanı. Hele hele boş geziler, eğlenceler, lüzumsuz sohbetler sevap yerine günah getirir. Misafirliklerde ya camiye gitmek gerekir ya da evdeki çoluk çocuk kim varsa cemaat yapıp yine teravihi kılmak lazımdır.
— Yani bu teravihi engelleyen hiçbir şey yok mu? Farzın bile bazen mazereti oluyor…
— Teslim olursan bahane çok. Ancak kim bahanelere aldırıp her gün en az 20 bin rekât sevabı kazandıran 20 rekâtlık teravihi ihmal ederse, adeta 20 bin adet beşibirlik altını kaybetmiş olur. Bir çeyrek altını bile kaybetmek istemeyen insan 20 bin beşibirlik altını terk eder mi? Bu yüzden hiç karşıma çıkma, beni kandıramazsın.
Bu tür uzun muhasebelerden sonra nefsim anladı ki, boş yere uğraşmaya gerek yok, bu adam ikna olmaz.
Tabii diyeceksiniz ki:
— Yoğun koşturmacalar içindeyken hiç mi kaçırdığımız teravih olmayacak?
O sizin teravihe verdiğiniz öneme ve değere bağlı. Cemaatle kılmak daha faziletli olduğu hâlde fırsat bulamadıysak yalnız kılacağız, ama terk etmeyeceğiz. Gece kılmaya imkân bulamadık veya uyku ve yorgunluk galip geldiyse, sahura biraz erken kalkıp yine kılacağız. Çok uğraştık, ama zaman daraldıysa hiç değilse sekiz rekât kılacağız, ama o feyiz deryasından hissesiz kalmayacağız.
Tabii asla içindeki dualardan eksiltmek, hızlı kılmak gibi bir nefis oyununa mağlup olmamalıyız. Eğer olağanüstü meşgulsek veya zamanımız darsa, terk etmek yerine daha kısa surelerle yine kılıp o muazzam hazineden nasipsiz kalmayalım.
İhmal eden, hafife alan, küçümseyen ya terk eder ya birkaç teravihle yetinir. Ama önemseyen, değer veren, hassas ve tavizsiz olan ya tümünü kılar ya da birkaç tane ancak kaçırır.
Bize tümünü kılmak yakışır. Çünkü ahir zaman Müslümanıyız, çok günahkârız, affa ve sevaba çok muhtacız. Çünkü ülkemiz ve İslâm âlemi olarak çok bunalımdayız, çok ibadete, çok duaya, çok rahmete, çok inayete ihtiyacımız var.
Teravih her yerde her zaman güzeldir. Özellikle güzel sesli hafızların imamlığında kılmak, her biri farklı makamdaki salâvatları dinlemek, enfes ilâhîlerle coşmak insanı dünyadan koparıp lâhutî ve uhrevî âlemlere götürür. Böyle güzellikler varken, teravihin nurlu deryasından mahrum olmak doğru olur mu?
Müminler teravih kılarken Ramazan’da kurulan dükkânlarda alışveriş için dolaşmak büyük bir zarardır. Çünkü teravih kılarken manevî ve ebedî hazineler paylaşılmaktadır. Teravihi kıldıktan sonra alışverişe gidilebilir.
Tabii teravihin tüm faziletlerini, sevaplarını kazanmak, ancak beş vakit namazı kılmakla mümkündür. Zira hiçbir sünnet namaz, farz namazın yerini tutamaz.
Bunun için Ramazan’da beş vakit namazla birlikte orucunu tutan, teravihini kılan, istiğfar, salâvat ve Kur’an’la meşgul olan kişi, bayrama erdiğinde annesinden doğduğu gün gibi tertemiz olacaktır inşallah.
(TR724)