‘Zehirle Pişmiş Aşı, Yemeye Kimler Gelir?’

EMİNE EROĞLU
Kitab-ı Dede Korkut’un en bilineni, ilkokuldan itibaren talim ettirilenidir Deli Dumrul’un öyküsü.
Kuru bir çayın üzerine köprü yaptırır. Geçeninden otuz üç akçe, geçmeyeninden döve döve kırk akçe alır.
“Bunu niçin böyle ederdi?” diye sorar Dede Korkut, bu garip davranışı izah etmek için ve cevabı yine kendisi verir: “Onun için ki; benden deli, benden güçlü er var mıdır ki çıksın benimle savaşsın! Benim erliğim, bahadırlığım, kahramanlığım, yiğitliğim Rum’a, Şam’a gitsin, ün salsın!” der idi.
Deli Dumrul’un nam salmak için kullandığı yöntem de; kaba kuvvetten, eşkıyalıktan ve haram yiyicilikten kahramanlık devşirmeye çalışması da “absürt”, yani saçmadır. Dumrul, bu saçmalığı makul gördüğü için delidir. Algılama biçimiyle mantık kurallarını bozar, tersine çevirir. Hayatı karikatürize eder ve sonsuza dek basitleştirerek yaşar.
Tıpkı bize her gün yaşatıla yaşatıla aşina hale geldiğimiz gündelik Deli Dumrul öykülerindeki gibi!.. Öğeleri birbiriyle bağdaşmayan bir tutarsızlık yığını.
Hırsızlıklarını kahramanlık öyküsü diye anlatmakla kalmayıp eşkıyalıkla nam salmaya çalışan yol kesiciler. Ahlakı bozuk, dili bozuk “gölge” efendiler. “Absürt” kahramanlar!…
Arınma ve Bozulma
Deli Dumrul, öykünün sonunda boyunun ölçüsünü alır. Pişman olur ve bir arınma yaşar. Oysa verilen onca mühlet, yapılan onca adalet çağrısına rağmen bugünün Deli Dumrulları zulümlerine dair bir pişmanlık emaresi göstermiyor, sebatkarlıklarını şerde ısrarları ile ispat etmeye çalışıyorlar. Davut Sularî’nin “Dünya arsızındır, fırsat pirsizin/ Rağbet yalancının, refah hırsızın!” dizelerini almış kabul etmiş, gereğini bihakkın yerine getiriyorlar. İnsan olduklarına ilişkin hiçbir belirti göstermemelerine rağmen konu İslam olunca mangalda kül bırakmıyorlar.
Ne yaparlarsa yapsınlar son tahlilde hep kendi gerçekliklerinin tuhaflığına ve korkunçluğuna işaret ediyorlar.
Bediüzzaman bu garabeti, bozulduğunda en tahammülfersa hale gelen şeyin insan olduğu gerçeğine dayandırıyor. “Kıymetli bir şey bozulunca, adi bir şeyin bozulmuş halinden daha kötü olur.” diyor Üstad. Ama tereyağ bozulsa yenmez, zehir gibi olur. Aynen öyle de, yaratılmışların en şereflisi, en kıymetlisi olan insan bozulursa, bozulmuş hayvandan daha aşağı bir dereceye düşer.”
Bediüzzaman bu hakikatten yola çıkarak insan mahiyetindeki kokuşmanın dehşetli boyutlarına parmak basıyor. Bu kokuşma, sanıyorum vicdan denen hakikatin nasıl devre dışı kaldığını izah ederken, zaman sahnesinde sergilenen kukla oyununun neden bu kadar çelişik ve karton karakterlerle dolu olduğunu da açıklıyor.
“Çürümüş maddelerin kokusuyla lezzet duyan haşerat ve ısırıp zehirlemekten lezzet alan yılanlar gibi, şerlerden ve bozuk ahlaktan lezzet duyar ve onlarla övünür. Zulmün karanlığındaki zararlardan ve cinayetlerden zevk alır. Adeta şeytanın mahiyetine bürünür.”
Velhasıl “Eğer kirli ruhlar birer bedene bürünseydi bu şerli insanların aynısı olurlardı. Ve eğer insan kılığındaki şeytanlar bedenlerini çıkarabilselerdi, o cinnî İblisler gibi olacaklardı. (13. Lem’a, 10. İşaret)
Anlam
Bunca absürtlük en çok da kendi zıttına ayinedarlık ediyor. Hayatı kuşatan acaiplikler, kaçıp sığınılacak Ashab-ı Kehf mağaralarını ihtiyaç haline getiriyor. Basireti bağlanmamış herkes bir makuliyet limanına demir atarak aklını ve ahlakını korumaya çalışıyor.
Üzeri örtülmeye çalışılan anlam, karanlığın içinde daha bir parlayıp billurlaşıyor. Yerini ve istikametini belli ediyor.
Anlam Cihan Uysal’ın ölmeden bir saat önce farklı bir buuda geçerek aldığı abdestte, ağırladığı misafirlerinde görünür hale geliyor. Namaz kılma hareketleri yaparken elleri göğüs altında bağlı olarak teslim ettiği Ruh’ta. Oğlunun cenazesine katılamayan babanın ıstırabında.
Anlam, tutuklanmak üzere sorguya götürülürken gazetecilere, “Çekin oğlum çekin, benim için şereftir!” diyen seksen yaşındaki Ramazan Dede’nin verdiği bursta derinleşiyor.  Somali’de şehid olan Hıdır Hoca’nın tebessümünün değdiği çocukta. Yetmiş iki yaşında zaruri bir hicret yaşayan Sabiha teyzenin celalin içinde gördüğü cemalde. Doksan bir yaşında hasta yatağında gözaltına alınmaya çalışılan Alaattin Amca’nın vefatından sonra geride kalanların kulaklarında çınlayan “Kabahat bizde, hizmeti anlatamadık!” cümlesinde.
Anlam, Hidayet Karaca’nın “bu işi Allah çözecek” teslimiyetinde ışıldıyor. Suat Yıldırım’ın “gelecek nesil, yüzlerce yalan ve iftira içinde bir de onun savunmasını bulsun diye” yazdığı, tarihe tanıklık eden mektubunda.
Anlam, çektiğimiz tüm sıkıntılara peygamber kıssalarının, asr-ı saadetin eşlik edişinde onaylıyor kendini. Allah dostları ile aynı dualarda buluşabiliyor oluşumuzda. Kanadımızın kırıklığının ihtizaza getirdiği rahmette. Döktüğümüz gözyaşının kalplerimize saldığı inşirahta.
Anlam, Hz. Yakub’un hüzünler kulübesini kendisine mesken edinenlere açılıyor. Ezelden Nuh’u kaptan bilip varlık evinin tufanda gark olmasına izin verenlere. Yarası Hz. Hüseyin’le aynı yerden kanayanlara.
“Bu da geçer yâ Hû” diyenlere…