“Türkiye’de yazar olmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Ama gazeteci olmak çok çok daha zor. Erdoğan’ı veya hükümeti eleştirenler risk altında. Herkes sonunda hapse girmekten korkuyor. Ama batı susmalı mı?.. ”
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, Frankfurt Allgemeine gazetesinden Hubert Spiegel’e konuştu.
Pamuk, kitapları, son çıkan Kırmızı Saçlı Kadın romanı etrafında Türkiye’de demokrasi, basın özgürlüğü ve diğer yaşananlara değindi. Haber şu soruyla başlıyor: Türk yazarlar ve entelektüeller bugünlerde ne hakkında konuşuyor?
Röportajın Büyükada’da yapılmasının nedeni Büyükada’da gözaltına alınan ve hala içeride olan Alman aktivist Peter Steudtner ile ilgisi var mı bilinmiyor fakat başlık manidar: Türk Demokrasisi mi?
İşte o söyleşinin geniş özeti:
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, Türkiye’de tutuklanan Alman vatandaşları, aşırı kalabalık hapishaneler ve bugün çıkan (Almanya’da yayımlanan) yeni romanı Kırmızı Saçlı Kız hakkında konuştu.
Eylül ayında Büyükada. Türk yazarlar ve entelektüellerin bugünlerde gündeminde neler var?
Çoğunlukla hapishanelerin şu anki durumu, şu veya bu cezaevindeki koşulları konuşuyoruz, 1971, 1980 askeri darbelerinden sonra yaptığımız gibi.“ diyor Orhan Pamuk, Büyükada’dan İstanbul’a bakarken. Nobel ödüllü yazar çocukluğunu adalarda geçirirken karşı kıyılar henüz gelişmemiş ve boştu.
Buralar çok sakin ve sessizdi, nadiren gemi geçerdi. Ankara’ya giden trenin düdüğünü duyabilirdiniz.
60’li yılların başında Türkiye laik bir ülkeydi ve İstanbul’un nüfusu 2 milyondan azdı, bugün yaklaşık 17 milyon. Pamuk’un kitapları bu değişimi yansıtıyor. Şehir genişlemiş ve çevresini sarmış durumda, tıpkı Erdoğan AKP’sinin ülkenin siyasi sistemini yok etmesi gibi. Biri onlarca yıl sürdü, diğeri ise çok daha kısa sürede oldu.
… 5 Temmuz 2017’de Alman insan hakları savunucusu Peter Steudtner yanıltıcı delillerle tutuklandı. Hala da tutuklu. Türkiye beş ya da on yıl öncekiyle aynı ülke mi?
Evet, biz kesinlikle aynı, olduğumuz ülkeyiz. Şu anda yaşamak zorunda olduğumuz şeylerin kökü geçmişe dayanıyor. Şu anda çok baskıcı, iç karartıcı ve otoriter koşullar altında yaşıyoruz. Fakat bu benim için yeni bir şey değil. 1971 ve 1980 darbelerinden sonra durum bugünkinden daha kötüydü. Fakat ilginç bir şey var: O zamanlar ordu derhal batıya olduğu kadar halka da yöneldi: Yakında demokrasiye döneceğiz, bize inanın, ülkeye nasıl iyi bir anayasa yapacağımızı göreceksiniz. Ve tüm vaatlerini yerine getirdiler. Ve bugün durum nasıl? Darbenin üzerinden 14 ay geçti. Türk hükümetinden vaatten çok tehdit duyuluyor.
Benim kuşağım darbenin ne anlama geldiğini iki kez tecrübe etti. Bugünki durum önemli bir yönden de tamamen farklı: Bu kez vaatler yok, normalleşmeye makul, barışçıl bir dönüş için ikna edici bir yol haritası yok. Şu ana kadar tünelin sonunda bir ışık görünmüyor. Bu beni endişelendiriyor.
Orhan Pamuk daima Türkiye tarihi üzerinde durmuştur. Onun Benim Adım Kırmızı romanı 1591 yılında sultanın etrafında geçer. Kar, Türk solunun kayıp ütopyaları ile ilgilidir. Masumiyet Müzesi yetmişli yılların İstanbulu’nda saplantılı bir aşk hikayesini anlatır. Kırmızı Saçlı Kadın, Türkiye’de inşaat patlamasının yaşandığı dönemde zenginleşen bir inşaat firması sahibini anlatır…
Eğer özgür değilseniz ve geçmişte de olmadıysanız, bu bir bakıma daha kolaydır. Çünkü özgür olmamaya alışkınsınızdır. Fakat Türkiye’de özgürlükler hiçbir dönem 2008-2013 yılları arasında olduğu kadar büyük ve kapsamlı olmamıştı. Erdoğan yönetiminde Türkiye her zamankinden daha özgürleşti ama sonra seksenlerde olduğu gibi yokuş aşağı kötüye gitti. Bu gençler için ne anlama geliyor? Muhtemelen onlar için daha da kötü. Erdoğan seçmen yaşını düşürdü, genç seçmenden çok fazla oy almayı umuyordu. Yanılmış olmasına sevindim. Referandumda oyları düştüğü için daha da çok sevindim. Bir şeyi asla unutmamalıyız: Seçmenleri yüzde 51 ve karşısında yüzde 49 var. Özgür bir seçim olduğu ve sonuçları kabul gördüğü sürece karamsar değilim.“
…
Geri kalmış ülkelerde köprü, tünel, otoyol inşa etmek isteyenler hedeflerine ulaşmak için otoriteye ihtiyaç duyarlar. Atatürk bir baba figürüydü, Demirel de öyle. Erdoğan on beş yıl önce iktidara geldiğinde birçok şeyi vaat etti: Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne entegre etmek, demokrasiyi güçlendirmek, konuşma ve ifade özgürlüğünü garanti etmek, azınlıklara saygı duymak ve korumak istiyordu. İlk zamanlar ödevlerini yerine getirdi, yaklaşık on yıl boyunca. Gerçekten de Türkiye’de düşünce özgürlüğü hiçbir zaman bundan beş altı yıl öncesi kadar büyük olmamıştı. Bugün ülke en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Uluslararası raporlara göre 140 bin kişi atıldı. Emeklilik hakları ellerinden alındı. Pasaportları iptal edildi. Birçok işveren, hükümeti eleştirdiğini söyleyenleri işte tutmaya korkuyor. Bu insanlar neredeyse her şeylerini kaybettiler. İntihar edenler oldu. İş yok, gelecek yok… Ve bu insanların aileleri de baskı altında.
Matbaa sahibi bir arkadaşımın kuzeni dokuz aydır mahkeme, yargılama olmadan cezaevinde. Beklemekten başka yapacak hiçbir şeyi yok. Uluslararası istatistiklere göre hapishanelerdeki doluluk oranı başka hiçbir yerde yok. Darbeden sonra binlerce insan, çoğu keyfi suçlamalar yüzünden, tutuklandı. Hapishanelerde yeterli yer olmadığı için adi suçlulara af getirildiği açıklandı. Yine de hapishaneler çok kalabalık. Hükümet yeni hapishaneler inşa edeceğini gururla ilan ediyor. Biz bir araya geldiğimizde bunlar konuşuluyor.
…
Alman vatandaşları tutuklandığından beri Türkiye ile Almanya arasındaki yakın ilişkiler bozuldu.
(Pamuk iç çekiyor) Bazı siyasetçilerin Türkiye’de tutsak olan Almanların derhal serbest bırakılmasını istediklerini biliyorum. Deniz Yücel Almanya’daki politikacıların serbest bırakılmasını istediği diğer 50.000 tutukludan ve Alman tutuklulardan birisi. Benim de bazı sosyolog, siyaset bilimci arkadaşlarım tutuklandı, ama kitapları yüzünden değil, gazetede yazdıkları veya radyoda söyledikleri şeyler yüzünden. Türkiyede yazar olmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Ama gazeteci olmak çok çok daha zor. Erdoğan’ı veya hükümeti eleştirenler risk altında. Herkes sonunda hapse girmekten korkuyor. Ama batı susmalı mı? Alman ve avrupalı politikacılar çatışmayı önleyebilir mi veya sadece Türk meslektaşlarının açıklamalarını kabul edebilir mi?
Türkiye’nin Avrupa ya da Almanya ile tartışmaya girmesinden nefret ediyorum. Ülkelerimizin demokrasi konusunda anlaşmaya varamayacakları çok açık. Konuşma özgürlüğü olmadan demokrasinin var olabileceğine inanmıyorum. Ama açık ki biz demokrasinin yeni bir formunu, düşünce özgürlüğü olmayan demokrasiyi icad etme sürecindeyiz. Başka bir husus da, dünyanın geri kalanındaki yoksul, umutsuz insanların Avrupa’dan uzak tutulması. Bir çeşit anlaşma olduğu izlenimine kapıldım: Türkiye mültecileri uzak tutuyor, karşılığında da Avrupa devletleri 50 bin kişinin, bunların içinde 160 kadar gazetecinin tutukluluğunu eleştirmiyor. Yani bir noktada buluşuyoruz ama bununla gurur duyup mutlu olabilir miyiz?
Korku bir kez daha politikada önemli bir hale geldi. Pamuk’un roman kahramanı Cem de yıllarca korku içinde yaşamıştı, çünkü Mahmut’un öldüğüne ve kendisinin cinayet suçlusu olarak arandığına inanıyordu. Sonunda suçluluk duygusu ağır basti ve Türkiye’de Osmanlı-İslam mirasının uzun yıllar reddedilişi gibi yeniden ortaya çıkti. Pamuk gülüyor ve cevap vermeden önce bir süre düşünüyor.
Bazen müzelerin ve romanların aynı işlevi gördüğünü düşünürüm. Görüntüleri, jestleri, bilgileri ve daha birçok şeyi korurlar. Biri nesneleri, diğeri kelimeleri. Ama yalnızca romanlar sevgi, özlem, suçluluk gibi duyguları koruyabilir. Kitaplarım için hep kültürümüzün eski kaynaklarını kullandım, ama postmodern bir şekilde. Atatürk’ün ilk yıllarında İslam kültürü bastırılmıştı ancak Freud’un söylediği gibi: Yerinden edilenler geri döndüler, fakat kılık değiştirmişlerdi.
Çeviri: Naile Nedret