Yorum | Emine Eroğlu |
Hocaefendi’yi okumanın bir tercih değil ihtiyaç olduğunu söyleyerek bitirmiştim “darbe”den bir hafta önce yayımlanan Yolun Kaderi’ne dair yazımı.
“Dinlemek yetmiyor” demiştim. “Mutlaka okumak, yine okumak, mütalaa ederek okumak, metni merkeze alarak düşünmek gerekiyor.
Anlamak, insanı dışta ve içte çatışmalardan, çelişkilerden koruyor. O uzun, menzili çok, geçidi yok yolda yürümeyi şükür ve tefekküre dönüştürüyor. Vicdan ufku ve ruh enginliği kazandırıyor.”
“Bahar” kelimesini iktidarları için tehdit olarak algılayan, her güzel şeyden nefret ettikleri için bahardan da nefret eden buzdan adamlar ne yaparsa yapsın, “İlâhi takvime göre işleyen zaman çarkında mevsim, mevsim-i bahar olduğunda bunun önüne hiç kimse geçemeyecektir.” Baharı sadece kendi ülkemiz için istediğimiz zannedilmesin. “Beklediğimiz bahar hiçbir renk, hiçbir ırk, hiçbir toplum ayrımı yapmaksızın bütün bir yeryüzünün baharı, bütün bir insanlığın bayramıdır.”
OKUMAK ÜÇ TÜRLÜDÜR
Şimdi, Yolun Kaderi bizi bugünlere hazırlamak için yazılmış, diye düşünüyorum.
“Okumak üç türlüdür” diyordu ya hani İmam Gazzalî, “Dilin okuması kıraat, aklın okuması tefekkür, kalbin okuması hayattır.”
Bizden öncekilerin çektiklerini tecrübe etmeye başlayınca, yani ki yollarımız geçit vermez yeni menzillere düşünce fark ediyoruz, hakikati hayatla okumanın güzelliğini.
“Derin sular” aşina gelmeye başlıyor. Attığımız her adımda kudsilerin ayak izleri ile karşılaşıyor, her yeni durakta ‘buradan bizden önce kimler geçti’ diye bakınıyoruz.
Aczimizin mumdan gemileriyle geçmeye çalıştığımız ateş denizlerini tanıyoruz meselâ. Şeyh Galip yıllar önce o denizi Hüsn ü Aşk’ında tasvir etmişti.
Karşımıza çıkan vadileri hatırlıyoruz. Feridüddin Attar Mantıku’t Tayr’ında bütün detaylarıyla anlatmıştı. “Burası istiğna vadisi,” diyoruz birbirimize, yollarda takılıp kalma endişesi içerisinde. “Burası vahdet, burası hayret vadisi. İşte tam şurada yokluk vadisi başlıyor.”
Atıldığımız ateşte İbrahimler görüyoruz.
Gözyaşlarımızla inşa ettiğimiz hüzünler kulübesinde Yakuplar, hükm-ü İlahî’yi beklediğimiz zindanlarda Yusuflar, karanlık ve fırtınalı bir gecede bizi yutup sebepleri sukut ettiren balığın karnında Yûnuslar var.
Hazreti Ebubekir’in, Efendimiz’e (sav) yapılan eziyet karşısında zalimlere, firavun hanedanı içindeki meçhul müminin cümlesiyle seslendiği gibi sesleniyoruz. “Rabbim Allah’tır dediği için bu masum insanları öldürecek misiniz?”
Ezici mihnetlere ve zorluklara dûçar olan ve şiddetle sarsılan geçmiş Peygamber ile yanındaki müminlerin tekrar ettiği gibi tekrar ediyoruz: “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” (Bakara, 214. ayetten)
BAHAR SEVDALILARI
Ve Hızır gibi yetişiyor imdadımıza Hocaefendi’nin yeni kitabı, “Bahar Neşidesi.” Bir ümit meş’alesi, İlahî bir takvimin habercisi gibi. Güftesi kadim, bestesi yeni bir diriliş şarkısı.
Bizi unutuşun gafletinden hatırlamanın zikrine çağırıyor. Felç olmuş iradelere fer, ümitsizlikle sararıp solmuş gönüllere aşk u şevk veriyor. İsrafil’in suru gibi, virane gönüllerimize hayat üflüyor.
Kalp ve aklımızı ona muhatap kılarak okuduğumuzda, vicdanımızın en derununda duyuruyoruz, Ezelî Kelâm’ın “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır” cevabını. Bir hiss-i müşterek bu. Herkes birbirine aynı şeyi fısıldıyor. Ne zaman bilmiyoruz, ama yakınlardan yakın. Nasıl bilmiyoruz. Ama “ol” deme kolaylığında.
Bütün sır zamanın altın diliminde, yani “şimdi”de. Bahar rüyaları ile oturup kalkmada. Çevremizdekiler için enerji, ümit ve neş’e kaynağı olmada. Ciddi bir fikri ve ruhi operasyonla yarına hazırlanmada.
KENDİ DEVRİNİ BİLMEYEN MÜRŞİD OLAMAZ
“Keşke okusalardı!” demiştim kitap yasaklayanlar için, mezkûr yazımda. “Okusalardı da konuşmak için ortak kelimelerimiz, anlaşmak için makul bir zeminimiz olsaydı. Okusalardı da neye itiraz ettiklerini söyleselerdi. Hiç değilse bir metni merkeze alarak tartışabilseydik. Bu kadar delilsiz mesnetsiz, bu kadar seviyesiz atıp tutmasalardı. Kaynak’tan bu denli uzak düşmeseler, işi meczupluğa vardırmasalardı.”
Artık okumalarının da fayda vereceğini düşünmüyorum. Çok korkunç siyasi cereyanların, yalanların, baştan çıkarmaların içtimai hayatı zir ü zeber ettiği böyle bir zamanda rehbersiz yol almanın mümkün olduğunu da…
Kitabın kâmil mürşidin vasıflarına ve değişen mürid mürşid ilişkilerine çokça vurgu yapmasının sebebi bu sanıyorum. Bütün açıklığı ile, “Kendi devrini bilmeyen mürşid olamaz” diyor Hoca Efendi. Kalbi hayatın yanında fikri hayata pencereler açmayan, müridlerine kemal ve hasbilik öğretemeyen “müteşeyyihîn”e ihtiram edilemeyeceğinin de altını çizerek.
Kendine yüklenilen yüksek makamlar karşısında büründüğü tavır da aynı netlikte:
“Benim kendime en yakın gördüğüm insan, Hak adına konuştuğumu ve hareket ettiğimi düşündüğünden ötürü, bir kardeş olarak yanımda duran, bu yola sadakatle bağlı, hayatının sonuna kadar sıradan bir insan olarak dine hizmet etme azmi içinde bulunandır. Kendince beni farklı manevi makamlarda görüp de bu sebeple bana sevgi gösteren kişi gönlümden uzaktır. Beni köylü Şamil’in torunu olarak Kur’an’a hizmet ediyor diye seven ise mahbubum ve makbulümdür.”
NASIL BİR BAHAR
Bahar Neşidesi “İman edenlerin kalplerinin Allah’ı ve Cenab-ı Hak tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti gelmedi mi?” (Hadid, 16) ayetinin bir tefsiri gibi. Kitabı bitirdiğimde, bütün bu yaşadıklarımız Hak katından bir hatırlatma olmalı, diye düşündüm. Ve anladım baharın “kalplerin dirilmesi” anlamına geldiğini.
“Bahar” kelimesini iktidarları için tehdit olarak algılayan, her güzel şeyden nefret ettikleri için bahardan da nefret eden buzdan adamlar ne yaparsa yapsın, “İlâhi takvime göre işleyen zaman çarkında mevsim, mevsim-i bahar olduğunda bunun önüne hiç kimse geçemeyecektir.”
Baharı sadece kendi ülkemiz için istediğimiz zannedilmesin.
“Beklediğimiz bahar hiçbir renk, hiçbir ırk, hiçbir toplum ayrımı yapmaksızın bütün bir yeryüzünün baharı, bütün bir insanlığın bayramıdır.”
(tr724)