[Dr. Serdar Efeoğlu yazdı]
Aslında Türkiye fişlemelere hiç yabancı değil. Basına yansıyan haberler, yıllardır devletin fişlemede çok mahir olduğunu göstermekteydi. Ancak hiç kimse 15 Temmuz sonrasında ordu, bürokrasi ve üniversitelerde yapılan tasfiyelere kadar fişlemenin bu boyutta olabileceğini tahmin etmemişti.
Türkiye’deki fişlemeler en eski hangi tarihe kadar götürülebilir diye bakıldığında karşımıza tahrir defterleri çıkıyor. Osmanlı Devleti fethettiği yerde arazi ve nüfus tahriri yapmakta ve tahrir belli aralıklarla tekrarlanmaktaydı.
Halk, vergi toplamak amacıyla tutulan bu defterlerde Müslüman ve Gayrimüslim olmak üzere kayıt altına alınıyordu. Erkekler ve hane sahibi dul kadınlar yazılarak adı, baba adı, mesleği ve medeni durumuna dair bilgiler toplanıyordu.
- Mahmut döneminde askerlik ve vergi amaçlı olarak başlayan nüfus sayımları da halkı fişleme görevini yerine getirdi. En son 1914’de yapılan sayımlarda Müslümanlar etnik yönden tasnif edilmese de Gayrimüslimler bağlı oldukları kiliselere göre kayıt altına alınıyordu.
- Abdülhamit devrinde memurlar için tutulmaya başlanan Sicill-i Ahval dosyaları da ideal bir fişleme oluşturdu. 1879’da alınan bir kararla şer’iyye, askeriye ve zaptiye haricinde kalan bütün memurlar için ayrıntılı ve doğru bir şekilde biyografi tutma şartı getirildi. 200 adet büyük boy sicil defterine 52.000 kadar memurun bilgileri kaydedildi. Şu an bu defterler sayesinde 200.000’den fazla memurun bilgilerine ulaşma imkânı bulunmaktadır.
Bu defterlerde silinti ve kazıntı yapılamazdı. Memur, göreve başladığında kendi el yazısı ile “Tercüme-i Hal Varakası” doldurmakta ve doğum tarihi, baba adı, öğrenim durumu, aldığı ödül ve cezalar yazılmaktaydı.
Osmanlı döneminde Gayrimüslimlerin Müslüman olmaları teşvik edilse de bu kişilerin baba adı kısmına babasının gerçek adını yazmak yerine Peygamberimizin babasının adı olan “Abdullah” yazılarak bir şifre veriliyor ve mühtediler fişleniyordu. Böylece asırlar sonra bile bu kişinin ailesinin Gayrimüslim olduğu bilgisine ulaşma imkânı elde ediliyordu.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE FİŞLEMELER
Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı da bir fişleme özelliği taşımaktaydı. 1927’de yapılan sayımda, 1915 Tehciri ve Lozan Antlaşması gereğince yapılan “Nüfus Mübadelesi” sonrasında Müslüman halk ve “öteki” unsurların nüfusu tespit edilmişti.
Sayım propagandasında “Bir tek Türk adedinin paha biçilmez bir servet olduğu bu zamanda Türkiye Cumhuriyeti hudutları dâhilindeki her Türkü bilmek mecburiyetindeyiz” ifadesinin kullanılması bunun göstergesidir. Falih Rıfkı (Atay), sonuçların açıklanmasından sonra 14 milyona yaklaşan nüfusun 12 milyondan fazlasının “hâlis Türk” olduğunu yazmıştı.
Sayımda en çok merak edilen etnik ve dini yapıyı anlamak için üç soru soruldu ve kişilerin dini, tabiiyeti ve anadili öğrenilmeye çalışıldı. Sayıma göre 1.184.446’sı Kürtçe olmak üzere anadili Türkçe olmayan nüfus 1.870.465 olarak çıktı. Dinler kısmındaki sorularda Müslümanlar kendi içinde ayrılmamışken Hıristiyanlar Ortodoks, Ermeni, Latin ve Hıristiyan şeklinde dört ayrı başlıkta tespit edildi.
1927’den sonra beş yılda bir yapılan sayımlarla fişleme süreci devam etti. Bu arada Emniyet teşkilatı ve o zamanki adıyla MEH (MAH), bugünkü adıyla MİT de çeşitli gerekçelerle vatandaşları fişleyerek “makbul” ya da “sakıncalı” kişiler listesi oluşturmaktaydı.
Devlet bir taraftan da değişik şifrelerle vatandaşları kayıt altına aldı. 2013 yılında Şişli Milli Eğitim Müdürlüğü çocuğunu bir azınlık okuluna kaydettirmek isteyen veliye, 1923 yılından itibaren nüfus kodu verilerek azınlıkların fişlendiği şeklinde yazılı bir cevap verdi.
Resmi makamlara göre bu durum Lozan’da tanımlanan azınlıklar için geçerliydi ve Rumlara (1), Ermenilere (2), Yahudilere (3) kodu verilmişti. 1934 Trakya Olayları ve 6-7 Eylül Olaylarında bu kodlar ne derece etkili oldu? Elbette bunu bilemediğimiz gibi diğer dini ve etnik gruplar için hangi kodların verildiğini de bilmiyoruz.
28 ŞUBAT VE BÇG
Türkiye 28 Şubat sürecinde ise büyük bir fişleme furyasına maruz kaldı. Ülkeyi “irtica” tehlikesinden kurtarma iddiasındaki askerler illegal olarak BÇG’yi kurarak dindar halkı fişlediler. Bu fişlemeler o zaman çok komik bulunmuş ve baklavacıların, lokantacıların, bakkalların, büfecilerin fişlenme nedeni anlaşılamamıştı.
Bugün Hizmet Camiasının maruz kaldığı uygulamaların temelinin bu çalışmalarla atıldığı anlaşılıyor. O dönemde 3. Ordu, MİT Bölge Müdürlüğü ile işbirliği yaparak fişleme yapmış, bazı kişiler “aktif sakıncalı” ve “şüpheli” şeklinde sınıflandırılmıştı. Hatta “pervasız fişlemeciler” çalışmayı kolaylaştırmak için kılavuz bile hazırlamışlardı.
AKP’NİN FİŞLEMELERİ VE 15 TEMMUZ
15 Temmuz sonrasında yüz binden fazla memur, akademisyen, asker ve öğretmen mahkeme kararı olmadan cadı avı ile sadece fişlemelerle ihraç edildiği gibi önemli bir bölümü de örgüt üyeliği suçlaması ile mahkeme sürecine maruz kaldı.
Bu kişilerin ihraç edilmesinde ve şüpheli sayılmasında birtakım kıstaslar belirtilse de asıl dayanağın çeşitli birimler tarafından yıllardır yapılan fişlemeler olduğu anlaşılıyor. Özellikle 28 Şubat sürecindeki fişlemelerin AKP iktidarında da devam ettiği ve 2010 sonrasında ise tamamen cemaati hedef alacak bir mahiyete dönüştüğü ortaya çıkıyor.
AKP’nin 2010 Anayasa Referandumunda fişlemenin yasak olacağı propagandası yaptığı hatırlandığında yapılanın bir “Anayasa suçu” olduğu ve mahkemelerin de bunları kullanarak suç işlediği çok açık.
AKP’nin fişlemeleri parti teşkilatlarının da desteğiyle daha somut verilerle desteklediği, çıkardığı MGK kararı ile yasal bir prosedür gibi takdim ederek bütün kurumlardan listeler istediği ve 15 Temmuz öncesinde bunların tamamının hazır olduğu biliniyor.
Nitekim etraftan dinlediklerimiz de bunu doğruluyor. Henüz hakkında hiçbir soruşturma olmayan kişilerle ilgili bile 15 Temmuz öncesinde iş arkadaşları ve komşuları vasıtasıyla “cemaat aidiyeti” hakkında bilgi toplandığı bir gerçek. Şeklen “özerk” üniversitelere bile yazı yazılarak cemaat mensubu akademisyenlerin fişlenmesinin istendiğini de kamuoyu zaten biliyor.
Bu süreçte en çok hayret edilen hususlardan birisi, “muhafazakâr ve dindar” olarak bilinen kişilerin bu kanunsuz emri yerine getirerek iş arkadaşları için muhbirlik yapmaları oldu. Bu kişilerin 28 Şubat’ta da muhbirlikte yarıştıklarını görünce aslında şaşırılacak bir şey olmadığı anlaşılıyor.
O dönemde BÇG, okul müdürlerinden İmam Hatip mezunu öğretmenlerin listesini istemiş ve bazı idareciler yasal bir dayanağı olmadığından isim göndermemişti. Pek çok muhafazakâr bilinen idarecinin ise 28 Şubat darbecileriyle işbirliği yaptığı, aynı kişilerin bu dönemde de aktif bir şekilde “muhbir ve fişlemeci” oldukları bu sayede de her dönemde makamlarını korudukları bir realite olarak karşımıza çıkıyor.
SIRA KİMDE?
İnsanların hayatını karartan, gelecekleri önünde engeller oluşturan fişlemeler her dönem farklı kesimleri hedef aldı. Doğru bilgilere dayanmayan ve mahkemelerde delil teşkil etmeyen bu kayıtlar, yüzbinlerce insanın “ağaç kabuğu yiyecek” şekilde açlığa mahkûm edilerek sokağa atılmasına neden oldu. Ancak cemaatin tasfiyesinde kullanılan fişlemelerin bizzat bu tasfiyeyi yapanlar için de kullanabileceğinin akıldan çıkarılmaması gerekiyor.
28 Şubat sürecinde İstanbul’da BÇG ile işbirliği yapan bir belediye çalışanı etrafındakilere her sabah namazı vaktinde sokak sokak gezerek evlerde yanan ışıklardan sabah namazına kalkan insanları fişlediklerini “gururla” anlattığına göre muhafazakârların tamamının hedef olduğu açık değil mi?
Anlaşılan cemaatten sonra sıra diğer gruplara gelecek ve bu süreç AKP eliyle gerçekleştirilecek. Cumhurbaşkanının bile insanları Anayasaya aykırı olsa da muhbirlik ve fişlemeye teşvik ettiği bir ülkede bu durum kaçınılmaz son gibi görünüyor.
Kaynaklar: A. Tamer, A. Çavlin Bozbeyoğlu, “1927 Nüfus Sayımının Türkiye’de Ulus Devlet İnşasındaki Yeri”, Nüfusbilim, 2004, S. 26; Halide Aslan, Tanzimat Döneminde İhtida, AÜ SBE Doktora Tezi, Ankara 2008.
(tr724)