Mülayemet…

Mehmet Ali Şengül

Mü’min, imanının gereği olarak neyi yapması gerekiyorsa onu yerine getirmekle muazzaftır. Akıl, iz’an, mantık, şuur ve iradesinin önüne hislerini çıkarıp ona göre hareket edemez. Allah ve Resulünün emri ne ise, arzu ve hislerini aşarak onu yapmakla mükelleftir.
Buna rağmen, bir hikmete binaen Allah(cc), bu dünyanın imtihan yeri olması itibariyle; iman, ahlak, şefkat, merhamet ve sevgi gibi insanın mertebesini yücelten ve yükselten duygulara mukabil; insanı zillete, sefalete atmaya vesile olan, helaket ve felakete sevkeden; küfür, nifak, menfaat, hırs, inat, gaflet ve tembellik, şirk ve dalalet gibi duygular vermiştir ki, bunlar müstakim olarak yerinde kullanılmadığı takdirde, mezkur hastalıklara tutulanlar her devir ve dönemde olmuştur ve olacaktır.
Hak yoksa, temsil edilmiyorsa; batıl öne çıkacak, hakkın yerini alacaktır. Hakkı, gerçekleri ve hizmeti engellediler diye, bir takım kimselere karşı beslediğiniz kin ve öfke, sakın sizin onlara saldırmanıza yol açmasın. Maide suresi 2. ayette, “..Siz iyilik etmek, fenalıktan sakındırmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmak için birbirinizi desteklemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” şeklinde nasıl hareket etmemiz gerektiği beyan buyrulmuştur.
Maide suresi 8. ayette,”Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının!  Çünkü Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır. Allah, iman edip yararlı işler yapanları affedip, kendilerine büyük mükafat vermeyi vaad etmiştir.” buyrulmaktadır.
Uhud, tırmanması oldukça zor sarp bir kaya gibidir. Vefasızlarla vefalıların ayrıldığı bir yerdir. Efendimiz (sav) “Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi sever biz de onu” buyurmuşlardır. (Buhari)
Uhud’da, imandan gücünü alan, moral ve motivasyonu fevkalade yerinde bulunan, emre itaatteki inceliği kavrayan, şuurlu, ne yaptığını bilen, kimi dinlediğinin ve itaat ettiğinin farkında olan, Allah’ın rızasına ve Cennete gözünü dikmiş Sahabe Efendilerimize (r.anhum) ve dolayısıyla bütün ehl-i imana, Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen; “Ey iman edenler! Savaş için ilerlerken, inkar edenlerle toplu halde karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın.”(Enfal suresi, 15) ilahi fermanına kulak veren, bütün ruh-u canıyla inanan bir ordu vardı.
O gün bazı münafıkların, işin başında ordudan ayrılarak, müslümanların kuvve-i maneviyelerini sarsmaları; insan zaaf-ı beşerle malül olduğundan, bazılarının içlerinde azıcık ganimet arzusu uyanması ve emre itaatdeki inceliğe muvakkaten muhalefet etmeleri nedeniyle, küçük bir sarsıntı yaşanmasına ve Sahabe Efendilerimizin önde gelenlerinden yetmiş sahabenin şehit olmasıyla, büyük bir hüzne vesile olmuştur.
Buna rağmen, Allah Resulü (sav) İlahi emre itaat ederek, ashabına yumuşak davranmış ve onlarla istişare etmek suretiyle motivasyonu tekrar sağlamış ve neticede ayakta olanlar, yaralı yerde yatanları omuzlarına alarak düşmanı takibe almak suretiyle, muvakkat bir hezimeti Allah’a olan güven ve teslimiyetleriyle zafere çevirmişlerdir.
Taha suresi 44. ayette, irşad için Hz.Musa ve Hz.Harun’u, Firavun’a gönderirken “Ona yumuşak söz söyleyin.” buyrularak mülayemetle muamele emredilmektedir. Cenab-ı Hak Al-i İmran suresi 159. ayette, “…Eğer Sen, haşin, hırçın ve katı kalbli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi…” buyurarak, Efendimiz’e etrafındakilere yumuşak davrandığını ve bundan dolayı yüce bir ahlak üzere olduğunu hatırlatmıştır. Daha sonra “öyle ise onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış.” beyanıyla da affetme, onlar adına istiğfarda bulunma ve istişareden ayrılmama adına üst üste emirler indirmiştir.
İster tek kişi, isterse toplu halde, kimseyle kavga gürültü çıkarmadan, yakın ve uzak kim olursa olsun, imkan nisbetinde iyi geçinerek ‘Namaz ve sabırla Allah’dan yardım dileyerek’ (Bakara suresi,153) fiili ve kavli, hal ve tavırlarla, yapılması gereken vazifelerde kusur yapmadan, Allah’a tevekkül ve teslimiyet içinde, Allah’ın vereceği hükmü beklemek en doğrusu olandır Allah-ü Alem. Zira Allah sabredenlerle beraber olduğunu aynı ayette ifade etmektedir.
Onun için dünya huzuru ve barışı temin etmeye matuf; aynı zamanda yetimin, garibin, mazlum ve mağdurların yardımına koşma adına, İslam’ı ruhuna sindirmiş, imanını iz’an şuuruyla te’yid etmiş müminlerin vazifesi hakkı temsil ve tebliğdir. Bu vazife de, dünyevi hiçbir beklenti içinde olmadan, kafaları aydınlatacak ilimle, eğitimle, hoşgörü ve sevgiyle, kalpleri iman, ahlak ve faziletle donatmakla mümkündür.
Bugün dünyada bu gerçeklere muhtaç milyarlar muhatap vardır. ’Bu gerçekleri bana duyurmadınız, mahşerde Allah’a sizi şikayet edersem bana darılır mısınız?’ diyen, müslüman olduğu halde islamı bilmeyen, gayr-i müslim olduğu halde azıcık islami hakikatlerden haberi olan ve İslam’la şereflenen çok insanlar vardır.
67 yaşında İslam’la şereflenen bir profesör, doktorasını yapmış, müslüman olmuş 25 yaşındaki genç bir kız. Her ikisinin de, ‘Bizim küfür içinde geçen ve geride kalan ömrümüz ne olacak, Allah’a nasıl hesap vereceğiz?’ diye gözyaşı döktüklerini müşahede ettim. Bu ve benzeri karşılaştığım herkese, Rabbimizin Zümer suresinin 53. ayetinde ifade edilen şu müjdeli beyanını kendilerine hatırlattım:
“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahimdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).” Bu müjde karşısında duygulandıklarını, mutlu ve huzurlu olduklarını ifade etmişlerdi. İnsanların kim olursa olsun mutluluğu bizi de mutlu edeceğini unutmayalım.
(Kaynak: Zaman.online.de)