Bir sürgün denemesi: Nar Çiçekleri

Öncelikle belirtmek isterim ki yedi yıl önce başlayan ve geldiğimiz noktada vatanımızdan sürgüne uzanan devletin soğuk yüzüne muhatap olma sürecini yaşamasaydım, galiba bu satırları hiç yazmamış olacaktım.

Ülkemin renkleri olarak saydığım, aynı coğrafyayı paylaştığım değişik kesimden insanlara, öteki olarak bakmaya devam edecektim belki de. Her ne kadar söylem olarak böyle bir düşünceyi dillendirmesem de, böyle bir fikri taşımıyor olsam da; yıllar yılı devletin baskısına maruz kalmış ve değişik sebeplerle seslerini yükselten bu insanlara hiç kulak kabartmayıp bana benzeyen bizlerle yaşamaya devam edecektim.

Şimdi gelin bu faslı uzatmadan kısa bir empati yolculuğuna çıkalım. Bir çocuk düşünün ilk kulağında çınlayan sözcükleri, ninnileri, deyişleri ana dili olan Kürtçe ile duyuyor. Annesine ilk defa Kürtçe olarak ‘anne’’ diyor, babasına ilk defa ana dilinde baba diye sesleniyor.

İlk adımlarını atarken, yürümeyi öğrenip sokaklarda koşarken hep kendi dilinde kelimeler çalınıyor kulaklarına. Uzun kış gecelerinde ninesinden masallar, yaz gecelerinde babasından nakışlı kavallar eşliğinde ‘Meme Alan’ gibi Kürt destanlarını dinliyor. Dengbejlerin ağıtlarından, ninnilerden, masallardan ve destanlardan oluşan sözlü edebiyat ile bir hayal dünyası kuruyor kendine bu duygu yüklü çocuk.

Ve okul yılları başlar. Okulun ilk günü arkadaşı ile Kürtçe konuştuğu gerekçesiyle öğretmenden azar, hatta dayak yer. Hayatının sonuna kadar bu olayı unutmaz. Hocası Kürtçe konuşmasına izin vermiyor ama Türkçe de bilmiyordur. Bu durum okula karşı büyük bir antipati oluşturur kendisinde. İçinde bulunduğu ruh halini ise şu kelimelerle özetliyor: ”Okula attığım ilk adım cennetimden uzaklaşıp cehenneme attığım il adım oldu.”

Bağrında neşet ettiği ana sütü gibi helal ana dilinde eğitim göremiyor, ama çocuk denilebilecek bir yaşta daha ortaokul sıralarında yaşadığı küçük şehirde duvarlara yazı yazdıkları gerekçesi ile Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne atılıyor. Bu çocuk Kürtçeyi modern edebiyat ile tanıştıran Mehmet Uzun’dur.

Kendi dilinde eğitim alabilse kürtçeye belki yeni destanlar kazandıracak bu çocuğun, sırlı bir dünya dediği edebi Kürtçeye ulaşabilmesi için önüne dizilen sütunları aşması taştan duvarları yıkması gerekmektedir.

Özgürlüğünün elinden alındığı hapishanede karşılaştığı Musa Anter ve Ferit Uzun sayesinde bu duvarları aşacak ve kendi dil kaynaklarına ulaşmaya başlayacaktır.

Gelecek yıllarda edebi çalışmalarına yön verecek bu karşılaşmayı ise şöyle açıklar: Her iki yanıma çökmüş ve bana o sihirli dünyaya ait kapıların anahtarını sunan iki insan Ferit ve Anter’di.”

Evet Mehmet Uzun, Türkçe kaleme aldığı Nar Çiçekleri isimli, baştan sona hüzün kokan deneme kitabında kendi otobiyografisini, acı ile yoğrulan Doğuyu ve Mezepotamya’yı anlatıyor. Kitabın ana teması olan sürgün gerçeği, satır aralarından sızan bir gölge gibi sürekli sizi takip ediyor.

Baskılara dayanamayıp çıktığı sürgün yolunda son durak olan İsveç, O’nun edebi çalışmalarına özgürlük içinde devam edebilme olanağı sunmuş. 

Kürtçe ile ilgili hiçbir engel olmadan yaptığı çalışmalar ve bu konuda ortaya koyduğu eserler onun Türkçe ile barışmasına da neden olmuş. Özellikle Türkiye’de gençler onu çok heyecanlandırmış. Söylediklerinin karşılık bulması ve ilgiyle karşılanması ayrımcılığın son bulması adına umudunu yeşertmiş.

Kendi sürgününü, sürgünde duygusal olarak kaybettiklerini ve kazandığı dünya vatandaşlığı hüviyetini anlatan Uzun, doğunun acılarından, bu acılara kökenlerinden, Ermenilerin yaşadığı katıksız zulümden söz eder. Her şeye rağmen yaşadığı haksızlıkları kişiselleştirmeyen Uzun Türkiye’nin yaşadığı sorunlara İsveç’te edindiği tecrübelerle öneriler de sunar denemesinde.

Özellikle son günlerde tekrar kaşınarak kanatılan Kürt yaramızın tedavisi adına belki vicdanlı birileri döner bakar bu acı hikayelere.

Tüm ayrımcılıkların son bulması temennisiyle.  

MEHMET AKBAŞ