Şişli’yi Mecidiyeköy’e bağlayan, bir yanı “Rum – Ermeni karma mezarlığı“nın duvarı, öte yanı otoyola komşu dar bir yol vardır.
Cumhuriyet’teyken eve dönüşte hemen her zaman o yolu kullanırdım. Yolun otoyola komşu yanında bir dilenci vardı. Genç bir adam.
Dizlerinin üstünü tümüyle kapatan çarşaf benzeri bir örtüsü ile daracık kaldırıma koyduğu incecik bir minderciğe otururdu. Koltuk değneğine benzer bir sopanın ucuna bir teneke maşrapa takmış, hiç ses çıkarmadan, oturduğu yerden de kalkmadan geçen arabalara maşrapayı uzatırdı.
O yolu sürekli kullanan ve arabalarının içinde yağmurdan, çamurdan, soğuktan, sıcaktan korunan biz tuzu kurular da “Adama bak abi, ne biçim bir dilenme tekniği geliştirmiş” diye güler, dalga geçerdik. Arada bir gönlümüzden koparsa maşrapanın içine birkaç kuruş sadaka attığımız da olurdu. Hiç sesini çıkarmadan, elini göğsüne bastırıp başını eğerek teşekkür ederdi.
Trafiğin sözcüğün tam anlamıyla kilitlendiği bir akşamüstü dilencinin tam önünde tıkanıp kaldım. Bir akıllı telefonla konuşuyordu:
– Tamam oğlum, tamam guzum. Bi saata varmaz evde olurum… Korkma sen…
Kötücül biri değilim. Ama o gün kötücüllüğüm tuttu. Sonra utandım ama oldu işte, sıkışık trafiğin de sıkıntısıyla sataştım:
– Ne o lan, elde akıllı telefon, sonra burda oturmuş…
Göz göze geldik. Yüzündeki kederi sezmemek, görmemek mümkün değildi. Kederi büsbütün yoğunlaştıran bir gülümseme ile cevap verdi:
– Burda oturmuş dileniyom değil mi ağabey?
Ah!.. Şu trafik açılsa, basıp gitsem… Kekeledim ve galiba konuştukça battım:
– Yani akıllı telefon demek istedim. Ondan yani…
– Bu ikinci el ağabey. Yani ucuza aldım. Ama almasam olmaz.
Ulan, sus Aydın Engin, sus!.. Belli ki adam konuşacak. Bekle ve dinle…
– Niye olmaz?
Gözlerini gözlerimden ayırmadan konuştu:
– Bak ağabey. Bunun başka marifeti de var. Komşum cep telefoncu. O ayarladı. Burdan isteğim zaman benim evi görebiliyom. Sinema gibi yani. Kim oturuyo, kim yatıyo, kim ne yapıyo, hep görebiliyom. Sık sık da bakıyom zaten. Şimdi sen buna da ne lüzum diyeceksin…
Susmayı becerdim. O devam etti.
– Benim garı hasta ağabey. Daha 26 yaşında ama ağır hasta. Yataktan çıkamıyor. İlacına para yetiştirmek zor. Bi oğlum var 11 yaşında. Bi de gız 6 yaşında. Aklım hep evde benim. Sık sık bakarım. Çocuktur bakarsın bilemez, bir şey devirir… Benimki yataktan çıkamaz…
İçim ezildi.
– Şey yeğen, sana bir iş bulsak… Bulabilirim ben biliyor musun?
Cevap tokat gibiydi. Bacaklarını tümüyle kapatan örtüyü sıyırdı.
Bir bacağı diz altından kesik…
Olduğumuz yerden ikimizin de görebildiği, Ali Sami Yen Stadı’nın arsasına dikilen Torunlar İnşaat’ın kulelerini gösterdi.
– Orada vinç düştü, 10 işçi öldü biliyon mu ağabey?
– Biliyorum. Okudum gazetede.
– Düşenlerden biri bendim. Ben ölmedim ağabey. Tek bacaklı kaldım…
O an farkettim. Ucuna dilenci maşrapasını taktığı sopa değil bir koltuk değneği idi. Öteki koltuk değneği de oturduğu minderin arkasına uzatılmıştı.
Birden önümdeki trafik hareketlendi.
– Yol açıldı. Yolun açık olsun ağabey…