‘Salgında insan ve toplum’ deneme yarışması yapıldı

Diyalog ve Ortak Değerler Derneği (ADVU), edebiyat meraklılarını pandeminin insanlığa etkisi konusunda yarıştırdı. Dereceye girenlere ödülleri online düzenlenen mütevazi törenle sunuldu.

Küresel ölçekte etkileri olan koronavirüs salgını, edebiyat meraklılarının çalışma konusu oldu. ADVU, açtığı yarışmayla, edebiyata ilgi duyanlara yeteneklerini gösterme fırsatı tanıdı. Salgının insan ve toplumu nasıl etkilediğine dair yazılan denemeler, oluşturulan jüri tarafınden değerlendirildi.

Eserler, gençler ve yetişkinler olarak iki kategoride gruplandırıldı. Değerlendirme sonucu, her kategoride ilk üçe giren eserler belirlendi. Gençler kategorisinde Nihal Akçay, Nalan Feyza Yılmaz ve Hafsanur Serrac ödüle layık görüldü. Yetişkinlerde, Derya Hekim, Şüheda Akış ve Sevde Budakçı’nın eserleri ilk üç dereceyi paylaştı.

Dereceye girenler, mütevazi ödüllerini online olarak düzenlenen törende aldı.

Dernek Başkanı Ramazan Yılmaz, yarışmanın edebiyata ilgi duyan gençleri teşvik ve yetişkinler için bir motivasyon olduğunu söyledi. Yılmaz, dernek olarak bu alanda yeni açılımlar yapacaklarını kaydetti.

Romanya Haber’e ulaşan ve Nihal Akçay’ın gençler kategorisinde birinci olan eseri şöyle:

Küresel pandemi ve dışa dönüş süreci

İçinde bulunduğumuz sonsuz ihtimalle dolu, pek çok kadim gizem, bilinmezlik ve yıldız tozuyla süslü uçsuz bucaksız evrenin kimisine göre merkezinde, kimisine göreyse unutulmuş tozlu bi köşesindeki mavi yeşil gezegen, üzerinde kendi gerçekliklerine sıkışıp körleşen insanoğlunun milyonlarca yıldır sürüp giden yolculuğunda hevese, hırsa, hayal kırıklığına, savaşa, aşka ve daha pek çoğuna şahitlik etti.

Kendi yarattığımız içi boş küçük kaosumuzun illüzyonunda kaybolmuşken bizi kaçmak istediğimiz şeylerin kucağına atarcasına yakalayan olayların en günceli ise bir pandemi süreci oldu. Bu süreçten en çok etkilenense metropoller ve onların insanları.

Bulduğu her fırsatta günlük yaşamının temposundan ve boğuculuğundan yakınan, sorumluluklarından uzak, kendileri ve sevdiklerine ayırabilecekleri geniş bir zamanın hayalini kuran metropol insanı biraz kaos ve panik halinin ardından nihayet istediğine beklenmedik bir şekilde erişti.

Yıllardır dünyanın yarısından fazlası için bir lüks olan normallerinden sıyrılıp evlerine kapanmak , yine aynı lükse sahip kesimi temsil eden pek çok farklı medya kurumu tarafından bir “içe dönüş“ , “kendine vakit ayrıma”, “kendiyle baş başa kalma” süreci olarak lanse edildi.

İçinde bulunduğumuz düzende medyanın metropol insanını kendi hayatının ve tüm değerlerinin merkezine yerleştirmek suretiyle dışarıda olup bitenlere karşı tepkisiz hale getirip tüketimde aktif tutmak için çabalaması, çoğumuz için farkedemeyeceğimiz kadar sıradanlaştı.

Fakat tüm bu içselleşme baskısına rağmen  içinde bulunulan bu pandemi süreci belki de son yılların en büyük dışa dönüşüydü. Vazgeçilmez sandığımız pek çok şeyden uzaklaşmak, yıllardır alıştığımız rutinlerimizi bırakmak zorunda kalmak yeni bakış açıları edinmemize neden oldu. Motor sesi, mesai saatleri, soğuk gri duvarlar, kalabalık, mazot kokusu, bir yerlere yetişmek için çabalayan insanlar, avm ışıkları, yoğun iş temposu, iş çıkışı trafiği… Peş peşe duymaktan bile rahatsız olduğumuz daha birçok şey.

Bizim suni normalimiz. Kendi ellerimizle yarattığımız ve içine hapsolduğumuz bir gerçeklik. Biraz geri çekilip tüm bunlara uzaktan bakmamız belki de şu soruyu sormamızı sağladı: İçinde bulunduğumuz gerçeklik ne kadar gerçek?

Pandeminin başlangıcında virüs pek çok kişi için ciddiye alınmaya değecek bir tehdit oluşturmuyordu. “Çin virüsü” idi sadece, çok uzaktı bizim dünyamıza. Virüs kapımızı çaldığı zaman ise yine başkalarını suçladık, diğer ülkelerin sorumsuzluğundan yakındık, başımıza bu belayı onların açtığımı düşündük.

Oysa ki çoktan farketmiş olmamız gereken, doğanın bize her fırsatta hatırlatmaya çalıştığı şey bundan çok uzaktaydı. Varoluşun başından beri her canlı için gerçekliği değilmeyen en evrensel hakikat, en büyük ortak payda: ölüm. Dili, dini , ırkı ,şekli, sınırları olmayan , sırrı çözülemeyen mutlak son. Ölüm için ülke sınırları , ten renkleri yoktu, mazeret sunulamaz , rüşvet verilemez , devletin politikaları bizi ondan koruyamazdı.

İnsanoğlunun yüzyıllardır kendi  oluşturduğu ve hayatının merkezine koyduğu bu soyut kavramlar için verdiği savaşlara, vazgeçtiği değerlere dönüp bakınca karşımıza çıkan tablo kan dondurucu.

İçinde bulunduğumuz yüzyılda halen dünyanın her yerinde açlık, savaş , ırkçılık, mülteci krizleri gibi pek çok güncel sorun yüzünden milyonlarca insan yaşamlarını yitirirken, bencilliklerinin gölgesinde kendi dünyalarının dışında yaşanan trajediye kayıtsız kalan metropol insanı için naif bir uyarı niteliği taşımakta olan bu süreç basitleşmemin, evrenselleşmenin ve her şeyden önce insan olduğunu farketmenin getirdiği aydınlanmanın getireceği  aydınlanmanın gerekliliğini bir kez daha gözler önüne sermekte.

Yazımı bitirirken içine sıkıştığımız absürt gerçeklikten sıyrılıp kafamızı kaldırdığımızda hepimizi sarıp kucaklayan gök kubbenin altında bu evrensel hakikatle yaşamayı çok geç olmadan öğrenmemizdir. Çünkü;

Bu dünya soğuyacak

Yıldızların arasında bir yıldız,

Hem de en ufacıklarından ,

Mavi kadifede bir yaldız zerresi yani ,

Yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde

Hatta bir buz yığını

Yahut ölü bir bulut gibi değil

Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak

Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun

Duyulacak mahsunluğu şimdiden

Böylesine sevilecek bu dünya

“Yaşadım” diyebilmek için…

(Nazım Hikmet)

*Nihal Akçay’ın 18 yaş altı kategorisinde birinci olan denemesi