YORUM | MAHMUT AKPINAR
Türkiye parlamento ve Anayasa tecrübesini ilk defa 1876 yılında yaşadı. Birinci Meşrutiyetle padişahın yetkileri sınırlandırıldı ve ilk parlamento açıldı. Ancak Sultan II. Abdulhamid 1876 Anayasasında var olan parlamentoyu fesih yetkisini Osmanlı-Rus Savaşı’nı (1877-78) gerekçe göstererek, bir yıl sonra kullandı, anayasayı askıya aldı. O dönemden bugünlere kadar Türk demokratik yürüyüşü hep kesintilere maruz kaldı, gelgitler yaşadı.
1908 yılında bu defa II. Meşrutiyet ilan edildi ve yeni bir anayasa devreye sokuldu. Fakat “hürriyet getirmek” iddiasındaki İttihat ve Terakki Hükümeti tüm gücü tekeline aldı. Muhaliflere hayat hakkı tanımayarak baskıya dayalı bir yönetim kurdu. İttihatçıların yönetimi Osmanlı devletinin dağılmasına kadar devam etti.
Türkiye sıra dışı, tarihi bir seçime gidiyor. Bu seçimler Erdoğan’ı sultan haline getirecek, otoriterleşmeyi kalıcı kılacak bir seçim de olabilir, ülkenin demokrasiye geri dönme fırsatını bulacağı seçimler de!
Birinci Dünya Savaşı sorası işgaller başladı, Osmanlı devleti dağıldı. İstanbul işgal edilmiş, Meclisi Mebusan feshedilmişti. Ama Anadolu’da yeni bir devlet sürgün veriyordu. İşgallere karşı bir Milli Mücadele başlatıldı. Bu mücadeleyi 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan yeni Türkiye’nin yeni parlamentosu, TBMM yürüttü. İlk Meclis ve onun hazırladığı 1921 Anayasası dönemine göre oldukça çoğulcu, katılımcı ve demokratikti. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve Mustafa Kemal devlet başkanı olduktan sonra parlamento hızla sembolik hale gelmeye başladı. Kısa zamanda Atatürk tek adam oldu. Rakip olabilecek kişileri tasfiye etti. Medya, aydınlar, toplum üzerinde baskı kurdu ve toplumu dönüştürmek için bir dizi tepeden inme reform yaptı. Zoraki reformlar bir kişiyi yücelten ve görüşlerini topluma dayatan, demokrasi üzerinde günümüze kadar etkileri devam eden “Kemalizm” rejimini ortaya çıkardı. Atatürk’ün ölümünden sonra bu defa İsmet İnönü -dönemin modasına uygun olarak- “Milli Şef” ilan edildi ve tüm gücü o kontrol etti. Cumhuriyeti kuran kadro demokratik, katılımcı bir parlamento ile yola çıktı, ama tek parti rejimine dönüştü.
BATI’YLA İTTİFAK
İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü, Türkiye’yi savaştan ve ateşten uzak tutmayı başardı. Savaşın galibi demokratik blok olunca batılı demokratik ülkelerle angajmanlar geliştirdi. Bizzat kendisi bazı siyasetçileri alternatif bir parti kurmaya teşvik etti. 1946 yılında şaibeli de olsa bir seçim yapıldı ve demokratik sürecin yolu açıldı. 1950 yılında yapılan seçimlerde İnönü kaybetti ve yönetim değişti. Meslekten bir asker ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları arasında olan İnönü iktidarı terk etmekte tereddüt göstermedi, koltuğa yapışmadı, başka arayışlara girmedi.
Stalin’in boğazlar üzerinde hak talep etmesi ve tehdit etmesi nedeniyle Türkiye 1951 yılında NATO üyesi oldu. NATO üyeliği ve AB süreci Türkiye’yi demokratik bloğun parçası haline getirdi. Ne var ki Türk demokrasisi hep kesintilere maruz kaldı ve kendisine sağlam bir zemin oluşturamadı. Halkı tek adam yönetiminden kurtarmak vaadiyle gelen DP ve Adnan Menderes ilk dönem kalkınma hamleleri yaptı, demokratik adımlar attı fakat sonra otoriter eğilimlere yöneldi. Medya ve aydınlar üzerinde baskı kurmaya başladı. 1960 yılında Menderes’e darbe yapıldı ve demokratik süreç sekteye uğradı. Darbeciler Türk siyasetinde ciddi bir yıkıma sebep olarak, seçilmiş başbakanı ve arkadaşlarını idam ettiler. Artık siyasetçiler asker ve darbe korkusuyla siyaset yapacaktı. İdamlar derin yaralar açtı, toplumu iki ana parçaya böldü, kutuplaştırdı. Menderes’in idam edilmesi demokrat ve muhafazakar insanlar nezdinde onu kahramanlaştırdı, Kemalistlere karşı rövanşist duygular beslenmesine neden oldu. AKP’nin yükselişinde ve hala muhafazakar kesimde kabul görmesinde bu rövanşist duygular etkilidir.
1960 Darbesi’nin yol açtığı askeri müdahaleler geleneği 1971’de sivil iktidarı düşüren muhtırayla, sonra 1980 hiyerarşik askeri darbesiyle ve 28 Şubat postmodern darbesiyle devam etti. 2007 yılında daha sonra uzlaştıkları dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt tarafından Erdoğan hükümetine muhtıra verildi. Hükümet muhtırayı iade etti ve bu olay Erdoğan’ı güçlendiren, ona tek adam olma yolunu açan bir “kahramanlık” hikayesine dönüştü.
ERDOĞAN REJİMİNİN HİKÂYESİ
Askeri darbeler ve muhtıralar Türkiye’de sivil yönetimleri iktidardan indirip demokrasiyi kesintiye uğrattı. Ancak 27 Nisan 2007 E-muhtırası ve 15 Temmuz 2016 tuhaf askeri kalkışması bütünüyle Erdoğan’a yaradı. İlki Erdoğan’a partide tek adam olma imkanı sağlarken, 15 Temmuz ülkede tek adam olma yolunu açtı. 15 Temmuz kendi ifadesiyle Erdoğan için “Allah’ın lütfu” oldu. Erdoğan 2010’larda başladığı tek adam olma ve otoriterleşme sürecini Hitlerin Reichstag yangınına benzeyen 15 Temmuz vakasıyla taçlandırdı. Böylece tüm muhaliflerini susturdu, gazeteleri kapattı, aydınları, akademisyenleri hapislere doldurdu. Ülkenin üçüncü partisinin, Kürt muhalefetin (HDP) lideri Demirtaş’ı ve 20’ye yakın milletvekilini hapse attı, Yüzlerce HDP belediyesine kayyum atadı, Kürtleri ezdi, sekülerleri aşağıladı, Hizmet Hareketini, Alevileri ve diğer azınlıkları şeytanlaştırdı. 15 Temmuz sonrası ülkede tam bir korku ve baskı atmosferi oluşturdu. Yüzde 90’lar oranında kontrol ettiği medya kendisini halka “kahraman”, “kurtarıcı” olarak sundu. Taraftarları O’nu “hilafeti getirecek, Osmanlıyı diriltecek, dünyayı titreten güçlü bir lider” olarak görmeye başladı.
15 Temmuz’dan sonra Erdoğan Türkiye’yi mutlakiyetçi “Sultan” gibi yönetmeye başladı. Güçler ayrılığını tamamen bitirdi. Yaklaşık 4000 yargıcı bir gecede görevden aldı ve hapislere doldurdu, yargıyı tam denetimine aldı. OHAL ilan etti. KHK’larla yasama organını bypass etti, parlamentoyu talimatıyla çalışır hale getirdi. Muhalif herkesi sindirdi, susturdu. Zenginlerin mallarına el koydu. Yolsuzluk ve yozlaşmada kanser gibi yayıldı. Anayasal sistemi parlamenter sistemden başkanlık sistemine dönüştürdü. Ülkede denge ve denetim adına bir şey bırakmadı. Ne var ki Erdoğan bireysel gücünü, yetkilerini artırdıkça ülke zayıfladı. Ekonomi çöktü, eğitim bitti, adalet kalmadı, beyin ve sermaye ülke dışına çıkmaya başladı. Çünkü Erdoğan muhaliflerine ülkede yaşama, barınma ortamı kalmamıştı. Son dönemde her alanda hızlı bir çöküş yaşanıyor. Ekonomide sert bir krizin uçları belirmişti ki Erdoğan ortağı Bahçeli’nin teklifiyle adeta panik seçim ilan etti. Bununla iki şey hedeflendiği anlaşılıyor:
1- Muhalefetin seçim için gafil avlanması, özellikle yeni teşkilatlanan İYİ partinin seçimlere girmesinin engellenmesi.
2- Baskın seçimle bir daha yetki almak ve gelen ekonomik krizi seçim sonrasına ötelemek
Erdoğan her defasında yeni bir “mağduriyet” ve “kahramanlık” üreterek, farklı ittifaklar kurarak ve farklı argümanlar geliştirerek gücünü konsolide etti. 15 Temmuz muhalefetin de basiretsiz davranmasıyla O’na muazzam bir güç ve sorgulanmazlık kazandırdı. OHAL düzenlemeleriyle yüzbinlerce memuru işinden attı, her görüşten muhalifleri hapislere doldurdu. Bu hadise ancak 1 yıl idare etti. Şimdilerde artan ekonomik sıkıntılar, baskılar, adaletsizlik, güvensizlik, gelecekle ilgili umutsuzluk gibi sebeplerle Erdoğan’ı sorgulama hızla yükseliyor. Kurulan korku düzeni nedeniyle insanlar açıktan eleştirmeye çekinseler de iktidara ciddi tepki birikti. İyi-kötü bir demokrasi kültürü ve geçmişi olan Türk toplumu Erdoğan’ın ülkeyi tek adam rejimine sürüklediğini gördü. Bundan kurtulmak gerektiğini düşünmeye başladı. Aleyhine yaşanan değişimi gören Erdoğan geç olmadan seçim için harekete geçti.
SEÇİM SONUCU NE OLUR?
Eğer bağımsız ve tarafsız yargı denetiminde, eşit şartlara dayalı, yarışmacı bir seçim yapılırsa Erdoğan başkan seçilemez. Ancak medya Erdoğan tarafından kontrol ediliyor. Anayasa mahkemesi ve YSK gibi kurumlar onun atadığı ve taraflı kişilerden oluşuyor. Önceki seçimlerde ortaya çıkan pek çok şaibe soruşturulmadı ve örtbas edildi. Bu seçimlerde de oy kullanma ve sayım aşamalarında hile yapılması herkesin ortak kaygısı. Zira yargıçlar, güvenlik güçleri Erdoğan’ın militanı gibi çalışıyor. Bu ortamda usulsüzlük yapılsa ve bu tespit edilse dahi işlem yapacak kurum/merci kalmadı. Maalesef muhalefet partileri Erdoğan’ın otoriter düzenlemelerine ve önceki seçimlerde yaptığı oldubittilere gerekli tepkiyi ver(e)mediler. Eğer oy kullanma ve sayım süreçleriyle ilgili şartlar değişmezse Erdoğan’ın kaybetme ihtimali yok! Hangi sonucu istiyorsa o çıkacaktır.
Şayet adil, denetlenebilir ve eşitliğe dayalı bir seçim ortamı hazırlanır, sandıklar ve seçim süreci muhalefet ve uluslararası gözlemciler tarafından sıkı denetlenirse Erdoğan’sız ihtimaller öne çıkar. Muhalefet parçalanmışlıktan kurtulur, Erdoğan karşısında demokratik bir blok kurabilirse Erdoğan’ın seçilme ihtimali oldukça düşer. Şu anda toplumda diğer siyasi hareketlerin birleşerek ülkeyi Erdoğan otoriteryanizminden kurtarması yönünde güçlü bir beklenti var. Türk toplumu Erdoğan’ın bir süre daha devam etmesi halinde demokrasiden bütünüyle kopuş yaşanacağını ve otoriterliğin kalıcı hale geleceğini görüyor.
Erdoğan ve ortağı Bahçeli acele şekilde seçim ilan ettiler. Böylece muhalefeti gafil avlayıp seçimi kolayca almayı hedeflediler. Yeni kurulan, AKP ve MHP’den ciddi oy alabilecek İYİ Parti’yi seçime sokmamak Erdoğan’a yetecekti. Fakat CHP akıllıca ve sorumlu bir davranış sergileyerek İYİ Parti’ye parlamentoda grup kurabileceği ve seçime katılabileceği milletvekili verdi. Bu yeni gelişme Erdoğan’ın kimyasını bozdu. Öte yandan kendileri gibi siyasal İslamcı gelenekten gelen, Erbakan’ın partisi SP’de Erdoğan’a karşı sıkı muhalefet yapıyor. Seçimlerin kuşkusuz en belirleyici kitlesi Kürtler olacak. Parlamentodaki aritmetiğe etkisi sınırlı olsa da, güçlendirilmiş yetkilerle Türkiye’nin yeni sultanının (başkan) kim olacağını Kürt oyları belirleyecek.
Milliyetçilere hitap eden İYİ Parti parlamentoya ciddi sayıda vekil sokmayı başarsa da, genel başkanı Meral Akşener başkanlık seçimlerinde Kürt oylarını alamayacağı için iddialı olamayacaktır. Eğer Erdoğan’ın karşısına toplumun bütün kesimlerine hitap edebilen, hukuka saygılı, demokratik kişiliği önde, solculara sıcak gelecek, Kürtlerin endişe etmeyeceği bir aday çıkarılabilirse, Erdoğan adil bir seçimde asla yüzde 50’yi bulamaz. O nedenle başkanlık yarışında aday profili çok önemli. İkinci turda Erdoğan karşısına Kürtlerden ve soldan oy alabilecek ama dindarlara ve muhafazakarlara yakın adaylar çıkarılabilirse AKP seçmeninden de oy alacaktır. Bu profili taşıyan ve toplumda karşılığı olan çok kimse yok. Bunlardan birisi eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi. Ancak Erdoğan’a otoriterleşme yolunu açtığı ve yetkilerini kullanma cesareti göstermediği için ona yaygın bir tepki var. Nitekim Erdoğan’ın tehdidi Gül hakkındaki kanaatleri pekiştirdi ve Gül kenara çekildi.
Türkiye sıra dışı, tarihi bir seçime gidiyor. Bu seçimler Erdoğan’ı sultan haline getirecek, otoriterleşmeyi kalıcı kılacak bir seçim de olabilir, ülkenin demokrasiye geri dönme fırsatını bulacağı seçimler de!
NOT: Bu yazı, biraz farklı şekliyle www.politurco.com sitesinde yayınlandı.