ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Nasıl oldu da AB’ye girme planları yapan bir ülkeden, Kosova’dan öğretmen kaçıran bir ülke konumuna düştü Türkiye? Bu kopuşların ve kırılmaların, makara boşalmalarının hızı, dehşet verici! Sosyal bilimlerin ışık hızı nedir bilmiyorum. Ama fizikteki saniyede 300,000 kilometrelik hız ne ise, Türkiye’nin çözülüşü ve tükenişindeki hız da siyaset bilimi ölçülerinde odur. Kendi hukuku yok mu bu ülkenin? Kendi devlet bürokrasisi? Anayasaya göre durum nedir? Muhalefet, meclis, mahkemeler, devlet aygıtının herhangi bir prosedürü, kurumu, çerçevesi yok mu?
GÜÇLER AYRILIĞININ MİMARİSİ
Hukuk devleti, anayasal bir devlet mimarisinin olduğu düzendir. Erkler içerisinde hiyerarşik yapıya dayanır ve erkler arasında yetki ve sorumluluk sahalarının ayrılmasını – güçler ayrılığı – öngörür. Erklerden kast edilen yürütme (hükümet, başkan, başbakan), yasama (meclis, parlamento) ve yargı (bağımsız mahkemeler) güçleridir. Bunların tümü iktidardır. Türkçe’de güç ve iktidar iki farklı kavram olarak kullanılıyor ve iktidar kavramının siyasi anlamı, sanki sadece yürütmeyi çağrıştırıyor. Bu büyük bir terminolojik sorundur. Oysa iktidar, siyaset biliminde İngilizce “power” ve Almanca “Macht” örneklerinde olduğu gibi, sadece yürütmeyi değil, aynı zamanda yasama ve yargıyı da kapsar. Algı olarak, tüm bu üç erk veya güç, siyasal iktidar olarak algılanır ve anlaşılır.
Batı toplumlarındaki bu kavramsallaştırma, tam da güçler ayrılığı ilkesinin özüne işaret etmesi bakımından önemlidir. Hukuk devletinin temeli olan güçler ayrılığı, Türk devlet mimarisinin dayanak noktası olan 1982 anayasası tarafından öngörülmüş ve siyasal sistem buna göre tasarlanmıştır. Hükümet (yürütme) diğer erklerin (yasama ve yargı) alanlarına müdahil olamaz. Bunu yapmaya çalışmak suçtur. Bunu fiiliyata geçirmek ise devletin anayasal düzenini bozmak eylemidir ve vatan hainliğidir. Türkiye’de 17 Aralık sonrasında başlayan devlet erozyonu, esasında işte tam da bu zeminin erimesidir. Eriyerek zayıflayan zemin 15 Temmuz’da kırılmış ve 15 Temmuz sonrasına Türkiye Kanun Hükmünde Kararname’lere olanak veren OHAL uygulamasıyla anayasal düzenini bitirmiş, anayasasız bir siyasi sisteme geçmiştir. Anayasal düzeni ortadan kaldırma suçu işlenmiş bulunmaktadır. Anayasal düzen hukuken (de jure) dönüştürülebilir, ama ortadan kaldırılamaz. Ancak daha da önemlisi, anayasal düzen fiilen (de facto) ne değiştirilebilir, ne de ortadan kaldırılabilir. Dahası, anayasa ile çelişen hiçbir kanun yapılamaz. Bundan da fazlası, anayasa ile çelişen Kanun Hükmünde Kararname çıkartılamaz. Bunlar yapılmıştır ve yapılmaktadır. Ortadaki suç büyüktür: anayasanın fiilen ortadan kaldırılması, anayasal devlet mimarisinin (yani devletin bizatihi kendisinin) yıkılması!
Şimdi, bu şartlar altında yasamanın (TBMM) yetkileri gasp edilmiş odu mu? Nasıl oldu? Kanun yapma yetkisi TBMM’nindir. Oysa artık kanun yapmaya gerek kalmadı, çünkü iktidar istediği yasal düzenlemeyi, kendi yürütme gücünü kullanarak KHK olarak yapabiliyor. Bunun sakıncası şudur. TBMM’de yasa çıkartılırken, çıkacak yasa enine boyuna tartışılır. Muhalefet yasa yapım sürecine etki eder yani. Dahası, bu tartışmalar kayıt altına alınır. Tutanaklara geçer. Bunlar ileride yargısal (Anayasa Mahkemesi) süreçlerde kullanılabilir. Ya da ileriki meclis tartışmalarına ışık tutabilir. Şeffaflık sağlar. Ancak bunlar artık ortadan kalkmıştır. İkinci bir sakınca – ki bu daha majördür – yürütmenin yasamanın alanını gasp etmesi ve aşırı güç temerküzünün gerçekleşmesidir. Parlamentonun yürütmeyi denetleme görevi düşünüldüğünde, artık bu görev ifa edilemeyecektir yani. Bu durum, kontrol ve denge mekanizmasını ortadan kaldırır, otoriterliğe ve despotizme kapıyı ardına kadar açar. Tüm bunlardan çok daha bariz ve etkili olmak üzere, anayasal düzenin öngördüğü işbölümünün (güçler ayrılığının) ortadan kaldırılması, darbedir.
İKİ VİTESLİ BİR SİVİL DARBE
Gelelim yürütmede yapılan darbeye. Bir darbe de yürütmede olmuştur. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesini müteakip bakanlar kurulu fiilen cumhurbaşkanına bağlanmıştır. Esasında 1982 anayasasına göre icrasal sorumluluk başbakandadır. Cumhurbaşkanının icra sorumlulukları çok daha azdır. Cumhurbaşkanı devletin birliğini sağlayacak makam olması itibarıyla sembol değeri ön planda bir posttur. Oysa bu durum Erdoğan’la beraber değişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan bakanlar kurulunu kendi yatay hiyerarşik (yerleşik düzenin anayasal hiyerarşisini bozarak) iktidarını kurdu. Örneğin istihbarat biriminin kendisine bağlanması, örtülü ödenek kullanabilme hakkı gibi fiili uygulamalarla, başbakanlık sistemi olan parlamenter siyasi sistem fiilen eridi ve yok oldu. Bu nedenle bu yapılan yürütme içi bir darbedir.
Yani Türkiye’de gerçekleşen sivil darbe iki viteslidir. Yürütme içinde darbe yapılmış, başbakanın yetkileri cumhurbaşkanınca gasp edilmiştir. Bunun başbakanın rızasıyla yapılması, işlenen suçu değiştirmez veya ortadan kaldırmaz. Başbakanlık şahısların özel mülkü değildir. Devletin anayasal düzeninin uhdesindedir. Buna aykırı yapılacak eylem, darbedir, gayrı kanunidir. Gelelim darbenin ikinci vitesine. Yürütme gücünü gasp eden cumhurbaşkanı, 15 Temmuz sonrası geçilen Olağanüstü Hal rejimi ile, kanun çıkartma yetkisini tekeline almış, böylece meclis (yasama organı) yetkileri gasp edilmiştir. Yine, çıkartılan KHK’ların anayasa ile çelişmesi, anayasal düzene karşı işlenen suçların devamıdır. Yani suç bir defa işlenmekle kalmadı. Suçun sürekliliği durumu var ki bu giderek ağırlaşan bir kriminal durumdur. Tüm bunlardan daha feci olmak üzere, cumhurbaşkanlığı makamı altında temerküz eden yürütme ve yasama erki, finali yargının alanını da gasp ederek yapmıştır. Mahkemeler artık cumhurbaşkanına bağlıdır. Yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamasında nereden güç elde ettikleri sorusu gerçekleri gün gibi aydınlatıyor. Ankara’da herkes mahkemelerin (hâkimlerin ve savcıların) korkudan yasalara uygun şekilde hareket etmediklerini, mesela kanıta dayanmaya suçlamalarda bile sanıkların serbest bırakılmamasının nedeninin bu korku olduğunu biliyor. Görevden alınma, işini kaybetme, hatta kendisi sanık sandalyesine oturma riski altında bağımsız mahkeme olur mu? Buradan adalet tecelli eder mi?
Tüm bunların kökeninde, bu yazının konusu olan anayasal sistemin bir darbeyle alaşağı edilmiş olması var. Devletin içindeki işleme düzeni anayasaya dayanır. Ama artık anayasa yok. Bu nedenle karar alma süreçlerinde kurumlar üzerine düşen sorumluluğu yerine getiremiyor. Kararlar tek bir mercice alınıyor. Yasal bir bağlayıcılık var mı Erdoğan üzerinde? Aldığı kararların anayasaya uygun olup olmadığını kim denetleyecek sorusunu sormak bile bir temel mantık hatası yapmayla sonuçlanır. Çünkü olmayan bir şeye uyum da olmaz. Anayasa yokken, Erdoğan hem anayasa, hem meclis, hem yargı, hem devlet bürokrasisidir. Her şeyin başladığı ve bittiği nokta Erdoğan’dır. Arkasında onu bu güce ulaştıran her kimse, onlarla arasındaki koalisyon, Türkiye’nin kaderini belirliyor. O kopkoyu gri alanda, kim ne kadar güçlü, Erdoğan üzerinde ne kadar etkin, bu soruların yanıtlarını bilmiyoruz. Bildiğimiz, anayasal düzenin ortadan kaldırıldığı.
DEVLETİN DEĞİL ŞAHISLARIN KURUMLARI
Bu satırları Kosova’da uluslararası hukuka ve teamüllere aykırı olarak kaçırılan öğretmenler karşısında duyduğum büyük üzüntü ve endişeyi bastırarak, bu işin nasıl olup da meydana geldiğini, daha da önemlisi temelinin neye dayandığını izah etmek üzere yazmaktayım. Devletin istihbarat birimi yok artık. Çünkü Erdoğan onu kontrol ediyor. Devletin polisi, devletin büyükelçiliği veya büyükelçisi yok. Devletin mahkemesi yok. Tüm bunlar tek el tarafından kontrol ediliyor. Anlaşılması gereken budur. Kafamızı kumdan çıkartalım artık. Türkiye’de bir diktatörlük var. Türkiye’nin teoride halen var olduğu kabul edilen anayasası ve anayasal düzeni, bir darbe silsilesiyle ortadan kaldırıldı, sivil bir dikta rejimi kuruldu. Seçimlerin var olması dışında bu sistemin demokrasiyle uzaktan yakından alakası kalmamış durumda artık.
Böyle “devletler” işkence eder, kanuna dayanmayan suçlar üretir, “suçlu” dediklerinin eş ve çocuklarını, hatta ana-babalarını, kardeşlerini bile tutuklar, başka ülkelerin topraklarını işgal eder, cihatçı terörist barbarlarla müttefik olur, aklınıza gelebilecek, hayal gücünüzün sınırlarındaki ve ötesindeki her şeyi yapar. Yani, Kosova’dan öğretmen de kaçırır. Bu tablo olağandır. Olağan olmayan ne biliyor musunuz? Nasıl olur da Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, NATO, ABD, Almanya ve medeni dünya, ve dahi Kosova hükümeti, bu durumlara düşmüş bir ülkenin kanun dışı rejimini ciddiye alır ve onunla aynı masada oturmaya devam eder?
(TR724)