Yorum | Aziz Kamil Can
“Adalet mülkün temelidir” cümlesi “Devletin veya düzenin esası adalettir” şeklinde yorumlanır. Tarihte adaletten sapıp halkına zulüm yapmasına rağmen ayakta kalmayı başarmış tek bir devlet veya yönetim düzenini gösteremezsiniz. Yine aynı şekilde günümüzde halkına hukuksuz davranan tek bir devlet gösteremezsiniz ki iç kargaşa ve savaş ile uğraşıyor olmasın.
Adaletin devlet düzeninde önemli olduğunu düşünerek ülke yönetimine talip olup “adalet” vadeden Erdoğan yönetimindeki AKP de, ilk yıllarda kısmen de olsa bu konuda somut bazı adımlar atmıştı. Ama zamanla terazi kefesini kimi hırslar nedeniyle kendi lehine ayarladı ve günümüzdeki noktaya kadar geldi.
AYM ve AİHM’in bu kararları son yıllardaki tüm mağdurların durumunu etkileyecektir. Çünkü soruşturmalar delil olmadan sadece his, inanç ve fikirlere yönelik yapılmaktadır. Dolayısıyla bütün mağdurların bıkmadan ulusal ve uluslararası hukuki mekanizmalara başvuruda bulunmaları adaletin daha erken tecellisine vesile olacaktır.
Yargı, siyasi bir partinin bürosu haline getirildi
Gelinen noktada adalet mekanizmasının en acımasız çöküşü şüphesiz yargıda gerçekleşti. Tüm yargı politize edilerek siyasi bir partinin davalarının takibi ile görevli bürosu haline getirildi.
Yasama ya da yürütmenin gücüne karşı denge ve denetleme fonksiyonu üstlenen Anayasa Mahkemesi de maalesef bu kervana katıldı ve bu nedenle de ulusal ve uluslararası saygınlığını yitirmiş oldu.
Oysa baskı, zulüm veya dikta dönemlerde halkın yegâne sığınağı yargı değil mi? Raydan çıkan ya da çıkma sinyali veren güçlü idari mekanizmayı ancak dirayetli bir yargı frenleyebilir.
Ama Anayasa Mahkemesi bunu yapmadı. Tam tersine iktidarın her isteğine ‘evet’ dedi. Kendi içtihat ve ilkelerine göre değil, bireylere ve talimatlara göre kararlar verdi. Bu nedenle artık AYM’nin içtihatları takip edilemez hale gelmiştir.
Durumu daha da somutlaştıralım. Birçok gazeteci ve siyasi kişiler AYM’ye başvuruda bulundular. Hukukta hiçbir dosyanın birbirine benzemediği inancı vardır. Çünkü suçun maddi ve manevi unsurları dosyalarda farklılık arz edebilmektedir. Oysa nadirattan ortaya çıkabilecek bir durum vardı bu başvurularda. Adeta suçun tüm unsurları her başvurucu için aynıydı.
Normalde başvurucuların görüş ve yaşam tarzları farklıydı. Hatta normal hayatlarında birbirlerini acımasızca eleştirdikleri de olmuştu. Altan kardeşlerden Nazlı Ilıcak’a, Şahin Alpay’dan Ahmet Şık’a, Akın Atalay’dan Hidayet Karaca’ya, Selahattin Demirtaş’tan Enis Berberoğlu’na kadar hepsi farklı hayat anlayışlarına sahipti.
Bununla birlikte suçları aynıydı: İktidarı mutlu etmeyecek birkaç köşe yazısı veya konuşma. Bu eylemleri sonucunda kimse zarar da görmemişti. Ama bu kişiler, hiçbir delil olmadığı halde, nedensel bağ kurdurulmayacak başka olaylarla anılıyorlardı.
AYM, 11 Ocak 2018’de farklı bir karara imza attı; Peki neden?
Peki AYM ne yapıyordu? Gelen tüm başvuruları reddediyordu. Sonuçta AYM’nin görevi anayasa ve uluslararası sözleşmelere bağlı olarak halkı korumak değil, halka karşı iktidarın şahsında devleti korumaktı (!)
Ancak AYM, samimiyetinden şüphe ettiğim halde, bir süre önce farklı bir karara imza attı. 11 Ocak 2018 günü Mehmet Altan ve Şahin Alpay hakkında kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ile basın ve ifade özgürlüğü hakkının ihlal edildiğine karar vererek, bazen de hukuka uygun davrandığını ortaya koydu. Ama artık saygısını yitiren bir mahkeme olduğu için, hukuk tarihimizde bir ilk yaşandı ve yasal uyma zorunluluğu olmasına rağmen yerel mahkemeler, iktidarın da AYM kararını tanımıyoruz açıklamaları sonucunda, bu karara uymadılar.
İki başvurucunun artık AİHM’e gitmekten başka çareleri kalmamıştı ve bir kez daha adalet Avrupa’dan beklendi. Nihayet AİHM geçtiğimiz Şubat ayında ihlal tespitinde bulundu. Tabi ki Türk yargıcının muhalefet şerhi ile. AİHM’deki dosyadan Işıl Karakaş çekilince Ergin Ergül ad-hoc yargıç olarak atandı. Ama Ergül, karşı oy gerekçesini hemen yazmadı ve kararın açıklanması 20 Mart’a ertelendi.
Bu arada başka olağanüstü gelişmeler yaşanmaya başlandı. Avrupa Konseyi (AK) Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland Türkiye’yi Şubat ayında ziyaret etti ve hukukun önemine işaret eden tavsiyeleri oldu. Son olarak Jagland, 13 Mart’ta Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nda yaptığı konuşmada kritik uyarılarda bulundu. Jagland’ın “AYM kararlarına saygı gösterilmezse bu mahkemeye yapılan başvuruların tamamı doğrudan AİHM’ye gelir. AİHM, AYM’nin artık etkili bir iç hukuk yolu olmadığı sonucuna varırsa bu dosyalar hakkında karar verir” demesi üzerine, AYM’den beklenmedik bir hamle gerçekleşti ve Şahin Alpay’ın ikinci başvurusu öne çekildi.
Ama yine basına yansıyan şekli ile bu hamle “yürütmenin en tepesi”yle de görüş birliğine varıldıktan sonra yapıldı. Öncesinde de bazı hazırlıklara girişildi. 01/02/2018 de yapılan başvuruya karşı diyecekleri sorulmak üzere Adalet Bakanlığa bilgi verildi. Adalet Bakanlığı vakit kaybetmemek için görüş bildirmeyeceğini söyledi. AYM 1. Bölüm’ü 13/03/2018 tarihinde konuyu Genel Kurul’a taşıdı. Genel Kurul 2 gün içerisinde 18 sayfalık karar yazarak, 15/03/2018 günü anılan başvuruyu haklı buldu ve başvurucunun tahliyesini istedi. Daha önceki kararı tanımayan ve ağır eleştiren yerel mahkeme ne hikmetse 1 saat içerisinde toplanarak, birçok hastalıkla mücadele eden ve 70’i geçen yaşıyla başvurucuyu ev hapsi şartıyla tahliye etti.
AİHM’in 20 Mart’ta nasıl bir gerekçe açıklayacak?
Fakat AYM’nın açık hükmüne rağmen, mahkemenin, yaşlı ve hasta olup dışarıda tedavi görme zorunluluğu bulunan başvurucuyu ev hapsine mahkum etmesi anlaşılır bir şey değildi. Nitekim AİHM, Buzadji/Moldova kararında benzer bir sorunu incelemiş ve ev hapsini tutukluluktan farklı görmediğini söylemiştir.
Diğer taraftan Mehmet Altan başvurusu, hakkında hüküm kurulduğu için, öne çekilmedi. Oysa CMK (md 2), hüküm kesinleşene kadar sanığı suç şüphesi altında kabul etmekte ve kovuşturma evresi de iddianamenin kabulünden hükmün kesinleşmesine kadar geçen süreyi kapsamaktadır. Bu nedenle Mehmet Altan’ın durumu Şahin Alpay’dan farklı değildir. İkisinin de dosyası kovuşturma aşamasında ikisi de suç şüphesi altındadır. AYM, bu düzenlemeyi başvurucular lehine düşünerek içtihat oluşturacağına, kanunun lehe ve açık hükmüne rağmen, daraltıcı bir yorumla, henüz kesinleşmediği halde, ilk hükümden sonraki tutuklamayı ele almamaktadır.
Mehmet Altan’ın dosyasının ele alınmamış olması, Şahin Alpay’ın ev hapsi ile serbest bırakılması karşısında AİHM’in 20 Mart’ta nasıl bir gerekçe açıklayacağı merak konusudur.
Öte yandan iktidar’ın 2. Alpay kararına sessiz kalması, bu kararın kendi talepleri sonucu verilmiş olması ile açıklanabilir. Yoksa hukuka saygılarından değil. Bu yolla AYM’nin “etkisizliği”nin önüne geçilmiş olacağını düşünen iktidar, zulüm yaptığı halkın başvurularını 5-10 yıl daha yerel mahkemeler ve AYM önünde bekletebilecektir.
Hukuksuzlukların uluslararası alanda tartışılıyor olması iyiye işarettir
Ayrıca, AİHM’in, kendisine gelmesi muhtemel binlerce dosya nedeniyle AYM’yi “etkisiz” kabul edeceğine ihtimal vermek de zordur. Türkiye’nin Avrupa Konseyi bütçesine yaptığı cömertçe yardımları da unutmamak gerek.
Sonuç itibariyle, AYM, AİHM, AK ve iktidar işbirliğinde şimdilik temel değerler ve adalet anlayışı üzerinde önemli bir değişim gözükmese de, soruşturma ve yargılamaların hukuksuzluğunun uluslararası alanda tartışılıyor olması geleceğin aydınlığına işarettir.
AYM ve AİHM’in bu kararları son yıllardaki tüm mağdurların durumunu etkileyecektir. Çünkü soruşturmalar delil olmadan sadece his, inanç ve fikirlere yönelik yapılmaktadır. Dolayısıyla bütün mağdurların bıkmadan ulusal ve uluslararası hukuki mekanizmalara başvuruda bulunmaları adaletin daha erken tecellisine vesile olacaktır.
(tr724)