YORUM | EMİNE EROĞLU
Hizmet’in müesseselerinde çalışmış, ekmeğini yemiş; şimdilerde düşmanlıkta trollerle yarışan bir köşe yazarı, 17-25 Aralık sonrasında bana, kendisini çok etkileyen bir rüya anlatmıştı.
Rüyasında bir canavar evinin duvarlarında dolaşıyordu. O, canavarı öldürmeye çalışıyor, ama bir türlü başaramıyordu. Canavar sürekli suret ve biçim değiştiriyor, tanıdık insanların suretlerine, simalarına bürünüyordu. Rüya anlatıcısı canhıraş bir mücadeleden sonra canavarı öldürüyor, fakat rüyanın sonunda canavar sanarak öldürdüğü şeyin biricik oğlu olduğunu fark ediyordu.
Ben bu dehşetli rüyayı insanın iç aleminde kendi masumiyetini düşmanlaştırarak yok etmesi olarak yorumlamıştım. İnsanoğlunun kendi içinde nerede tıkanmışsa dışta gidip oraya takılacağı endişesini de dile getirerek… En azından rüyanın uyarısının dikkate alınacağını, tevbeye ve istikamete vesile olacağını umuyordum.
Milletlerarası barışın da, insanlar arası barışın da, insanın etrafındaki diğer tabiat unsurları ile barışının da kendi iç alemindeki barışla başlayıp orada nihayetlendiğini. Yani ki, kendi içlerinde neşet etmesine rağmen “Hizmet”i bilmiyorlar. Oysa onlar kendi nefretlerinde boğulurken kader, bilenleri bilmeyenlerden çoktan ayırmış, ıslahatçıları 170 ülkede gönüllere otağlarını kurmak üzere vazifeleri başına göndermiş oluyor.
Fakat ne yazık ki beklediğim gibi olmadı. İç alemde ne yaşanmışsa dış aleme de o aksetti.
Kalp evinde gerçekleşen her yıkım gibi, bu rüyanın işaret ettiği mana da dünya evine taşındı. İnsanda başlayan ve “dur”u, “yeter”i olmayan kötülüğün tahrip potansiyelinin nerelere kadar uzanabileceğini gösterdi.
Rüya anlatıcısı, tüm benzerleri gibi, bugün hala ülkenin sokak ve sınırlarında bütün gücüyle masumiyet avlıyor.
YOK EDEREK VAR OLMAYA ÇALIŞANLAR
Efendimiz aleyhisselatü vesselamın, insanın nefsi ile savaşını toplumlar arası savaşa nispet ederek “büyük cihat” olarak nitelemesine bir de bu pencereden bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Akılla başlayan çürüme, kalpten geçip vicdana kadar ulaştığında insan, şeytanın ordusuna gönüllü asker yazılıyor ve tahribin kolaylığında, yok ederek var olmayı seçiyor.
Buna, “sıradan insanın cellatlaşması” diyor, Nobel ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç.
Komşusunu ihbar edenin cellatlığının, mesleği cellat olanınkinden daha acımasız olduğunun altını çizerek. Güçlü olmak, sistemin içine girerek korkularını yenmek isteyen her ezilmiş, baskıcı bir rejimi içselleştirip sahipleniyor ve eski dostlarını ya da sevmediği aile efradını muktedire “kurban” olarak sunuyor.
O cellatların, yıllarca omuz omuza yaşadığınız insanların arasından çıkıyor olduğuna inanmak istemiyor insan…
İktidarın 16 yılda halkını korku ve menfaatle terbiye ede ede, radikal eğilimleri milliyetçi hamasetle yoğura yoğura kuluçkadan çıkardığı yeni bir insan modeli bu. Benzerine geçmişte rastlamak mümkün değil.
Kötülüğün gözü sürekli masumların üzerinde. Korku dilleri bağlasa da solunan hava ruhları zehirliyor. Barışı öğrenmeden savaşı öğreniyor çocuklar. Yaşatmayı öğrenmeden reisleri için ölmeyi ve öldürmeyi öğreniyorlar.
Savaş hayatın her katmanına yayılmış. Tetikçilik bir meslek, cellatlık hayatta kalma yöntemi, riyakarlık görünme biçimi haline gelmiş.
SAVAŞ MANTIĞI
Evde, sokakta, çarşıda, okulda… Her iş savaş mantığı ile yürütülüyor. Türklerin savaşçılığı bir “şan” değil artık. Eşini, çocuğunu dövenlerin, bir avuç yeşillikle, sokaktaki köpekle savaşanların savaş karşıtlarını terörist ilan etmesinde şaşıracak bir şey yok.
Namus bekçiliği, rejim muhafızlığı, din polisliği milli sporlar haline gelmiş. Akletmesini beklediklerimiz çoktan devlete militan yazılmış. Devlet halkını silahlandırıp sokağa çağırıyor. Kefen giydirip muhaliflerinin üzerine salıyor. Kışkırtıp galeyana getiriyor. Silah dağıtıyor. Vur deyip vurduruyor.
Kan dökmek, yok etmek için fetva verenler birbiri ile yarışıyor.
Ve en nihayetinde topluma hakim olan düşmanlık sınırlarını genişletip başka ülkelere, milletlere yayılıyor.
Bu atmosfer içinde ucuzluyor insan hayatı. Ölümün üzerine sürülüyor gencecik delikanlılar. Kırk katırla kırk satır arasında tercihe zorlanıyor, ölümlerden ölüm beğenmezlerse nankör oluyorlar.
Devlet, kendi bekası için “kurban” ettiklerine cennette arsa dağıtır gibi şehitlik payesi dağıtıyor.
Nihilizme doğru savruluyor kitleler. Kan da gözyaşı da kanıksanıyor.
BARIŞIN İNŞASI
Tuhaflığa bakın ki bu yeni insan modeli, düşmanlıktan başka hiçbir şey üretmezken, adında bile barış olan bir dinin temsilcisi olduğu iddiasında.
Muktedirin savaşa ve şiddete duyduğu şehvet halka cesaret ve kahramanlık görüntüsü veriyor.
Dinî metinlerin savaş ve çatışma için kullanılmasının sadece insanlara değil, o metinlere de zulmetmek olduğunu anlamaktan çok uzaklar.
Barışı inşa eden Fetih Suresi’ni bile savaş ilan etmek için okuyorlar. Hudeybiye Sulhu’na hiçbir göndermeleri yok.
Yunus’un, “Ben gelmedim kavga için / Benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim” diyen gür sesini kalpleri ile duymuyorlar.
İnsanı feda eden tüm savaşların “kaybedilmiş savaşlar” olduğunu bilmiyorlar.
Bilmiyorlar, barışın inşasının, “barışsever insan inşası” olduğunu.
Milletlerarası barışın da, insanlar arası barışın da, insanın etrafındaki diğer tabiat unsurları ile barışının da kendi iç alemindeki barışla başlayıp orada nihayetlendiğini.
Yani ki, kendi içlerinde neşet etmesine rağmen “Hizmet”i bilmiyorlar.
Oysa onlar kendi nefretlerinde boğulurken kader, bilenleri bilmeyenlerden çoktan ayırmış, ıslahatçıları 170 ülkede gönüllere otağlarını kurmak üzere vazifeleri başına göndermiş oluyor.
(TR724)