Yorum | Ekrem Dumanlı
Sene 2012. Berlin’in göbeğinde toza toprağa bulanmış bir adam belirir aniden. Askeri bir üniformanın içindeki bu adam Adolf Hitler’in ta kendisidir. Şaşkın bakışlar içinde nerede olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Sırt üstü uzanmış yatarken bir futbol topunun kendisine doğru yaklaştığını görür. Kendini toparlayarak futbol oynayan çocuklara bir şeyler sormak ister. Aslında bekler ki Alman gençliği Führer’ini hemen tanıyıversin ve saygı içinde selama dursun.
Kimin umurunda!
Berlin sokaklarındaki düzeni ve değişimi anlamaya çalışır ilkin. Savaş ne zaman bitmiş, şehir ne zaman imar edilmiş gibi sorulara cevap aramaktadır. Bir gazete bayiini görür ve ona yönelir.
Türkçe gazeteler!
Kafası daha da karışır Diktatörün. Acaba savaşta Türkler yardıma gelmiş ve Alman yönetimine ortak mı olmuştur? Eline aldığı ilk gazetedeki 2012 tarihini gördüğü an baygınlık geçirir. Aklı başına geldiğinde görür ki herkes Hitler’i bir film setinden gelmiş yetenekli bir aktör sanıyor. Sanıyorlar ki hık demiş burnundan düşmüş Diktatör’ün! Oysa karşılarında duran adam Hitler’in ta kendisidir.
İşte müthiş hikâye böyle başlıyor. Alman bir anne, Macar bir babanın oğlu olan Timur Vermes’in yazdığı kitap en çok satılanlar arasına girince filmi de yapıldı. ‘Bak Kim Geri Dönmüş?’ adlı eserin sorduğu/sorguladığı konu o kadar sıcak ve derin bir yarayı işaretliyor ki, kitap da film de dünyada büyük ilgi gördü. Türkiye’de? Çok fark edildiğini, tartışıldığını sanmıyorum. Oysa eserdeki sorgulama tam da Türkiye’nin temel sorununa parmak basıyor.
NE ANLATIYOR YAZAR?
Temel yaklaşımı basit (ama keskin) bir önermeye dayanıyor. Onca zulmün, cinayetin, fecaatin ardından Hitler bir gün çıkıp gelse ve toplumun arasına karışsa insanlar nasıl bir tepki verir?
Hitler filmlerinin moda olduğu bir döneme rastlayan Hitler’in geri dönüşü, bir TV muhabirinin gayretiyle ilginç bir serüvene dönüşür. Çalıştığı televizyon kanalına reyting getirecek bir proje sunmaya gayret eden muhabir, Hitler’i yanına alır ve şehir şehir dolaşmaya baslar. Führer’i gören Almanların tepkisini kaydeder ve yapımcısına bu çekimleri göstererek bir şov programı teklif eder.
İşte o noktada olan olur. Toplumdaki ‘karizmatik lider’ beklentisi depreşiverir. Adam coşkun bir hatip oluverir yeniden. Kutuplaştırıcı, nefret uyarıcı konuşmalar yapar. “Almanya’yı yeniden harika bir yer yapmak”tan bahseder. Halk heyecanlanmıştır, alkış tufanları kopmaktadır. Yabancı düşmanlığı başta olmak üzere ortaya atılan milliyetçi söylemlerin kitlelerde bir karşılığı vardır ve şuur altı dürtüler Hitler’i pop star haline getirmiştir çoktan.
Kara mizah yoluyla iki cephe bombardımana tabi tutuluyor kitapta: Medya ve halk.
Medya en temel konulara bile reyting üzerinden bakarak toplumsal sorumluluğu bir kenara atabiliyor; hatta bir diktatörün oyuncağı haline gelerek megaloman bir liderin amacına seve seve alet olabiliyor.
Sosyal medya da öyle hakeza. Hitler kendine Facebook ve Twitter hesabı açar da, toplum ilgisiz kalır mı? Yeni bir şeyler arayan ve mevcut durumdan sıkılan geniş kitleler Nazi propagandasına bile gülerek yaklaşmaktadır artık. Medyayı propaganda aracı olarak gören Hitler’in Goebbels’e bile ihtiyacı yoktur artık…
VE TABİİ Kİ TOPLUM. KİTLELER!
Hafızası silinmiş kitleleri o kadar güzel resmediyor ki yazar, mesele Almanya ya da Avrupa’ya mahsus bir sorun olmaktan çıkıyor, evrensel bir krize dönüşüyor. Milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş deli bir adam bilinmeyen bir şekilde aramıza döndüğünde kitlelerin yoğun ilgisi ile karşı karşıya geliyor.
Bu mudur halk?
Hitler hortlar… Kitleler ayakta alkışlar…
Bir sürü Hitler belirir siyaset meydanında ve halk gidip bu adamlara oy mu verir? Verir tabii ki! Dünyanın dört bir tarafında; üstelik demokratik kuralların işlediği ülkelerde ırkçı söylemler, kutuplaştırıcı yaklaşımlar, nefret uyarıcı politikalar vs. prim yapmıyor mu?
Ödüllere boğulmuş filmin bir sahnesinde “Sen bir canavarsın’ dendiğinde Hitler’in cevabi çok manidar: O halde bu canavarı seçen halkı cezalandırmalısın. Onlar canavar mıydı? Hayır. Sıra dışı bir adamı seçip ülkeyi ona teslim ettiler… Benden kurtulamazsınız çünkü ben sizin bir parçanızım…”
Durum aynen budur!
Diktatörler hep alkışlar eşliğinde işlemiştir cinayetini. Kitleler destek vermese diktatörler hiçbir şey yapamaz. Sandıkla gelmişlerdir daima. Toplumun belli bir yekunu tarafından kutsandıkça kutsanmış, bu kutsamayı gören narsist liderler de kendinden başka hiç kimseye hayat hakkı tanımamıştır.
SUÇLU KİM O ZAMAN? DİKTATÖR MÜ, HALK MI?
Bir diktatörün ülkedeki yükselişine şahit olup da topluma küsenler boşuna nefes tüketiyor aslında. Bütün toplumlarda yaşanan birbirinin kopyası. Kitleler hitabeti iyi, kitabeti sıfır bir adam gördü mu üzerine atlıyor ve o adamlar da sandıkların üzerine basa basa toplumu maceralara sürüklüyor. Bir kere değil bin kere aynı şey yaşansa bile kitleler bu tip adamlara anahtarı teslim ediyor. Tam da bu acı tecrübe nedeniyle Batı devletin denetlenmesi, bireyin korunması, insan haklarının muhafaza edilmesi maksadıyla anayasal ve yasal önlemler almış, güçler ayrılığı ilkesini sağlam zemine taşımaya gayret etmiştir. Doğru olan da budur.
Bütün bu anlatanların Türkiye ile ilgisi var mı? Bazılarına göre asla. Seçen de belli seçilen de. Alan da razı satan da. Zalim de mutlu zulmü alkışlayan da.
Öyle mi acaba?
Kitabin yazılmasına sebep, yazarın Türkiye seyahati olmuş. Vitrinlerde “Hitler’in ikinci kitabi çıkıyor” diye bir bilgiye rastlayınca böyle bir eser yazma fikri doğuyor. Şimdi bir daha gitse Türkiye’ye (tabi Almanya adına ajanlıktan suçlaması uydurulup tutuklanmazsa) çağrışımlar ona neler yazdırır acaba?
Tarih tekerrürden ibaretmiş derler; ayniyle değil tabi ki misliyle…
(tr724)