Analiz | Bülent Keneş |
Adı demokrasi ile anılan her rejim, aynı derecede demokrat, aynı düzeyde hak, hukuk ve özgürlüklerin yerleştiği tam teşekküllü demokratik rejimler olmadığı gibi adı diktatörlükle anılan her rejim de aynı derecede keyfi, baskıcı, zalim ve hukuksuz olmayabiliyor. Demokratların demokrasilerini kemale erdirmek, rejimlerinin özgürlükçü niteliğini daha da artırmak için sürekli çalışmaları gerektiği gibi diktatörler ve diktatörlükten geçinenler de belli ki kendi sistemlerini mutlak bir diktatörlüğe yaklaştırmak için her türlü çabayı göstermekten geri durmuyor.
Doğrusu bu çabayı göstermeye de mecburlar. Çünkü, türlü suçlar işleyerek ya da türlü suçlar işledikleri için diktatörlük bisikletine binenler o bisikletten düşmemek için zulüm ve keyfilik pedalını her geçen gün daha da hızlı çevirmek zorundalar. Bu yüzden, demokrasi ve hukuk devleti limanından ayrılalı çok olan Türkiye’nin tam teşekküllü mutlak bir diktatörlüğe doğru kanlı yolculuğu henüz bitmiş değil. Bu kanlı yolculuk tüm dehşeti ve vahametiyle devam ediyor.
‘ALLAH’IN BİR LÜTFU’ NİTELİĞİNDE YENİ FIRTINALARA İHTİYAÇLARI VAR
Üstelik zaman zaman yavaşlama ve yalpalama emareleri gösteren bu seyahat, yelkenlerini doldurmak için “Allah’ın bir lütfu” niteliğinde yeni rüzgarlara ve hatta yeni fırtınalara ihtiyaç duyuyor. Ülkede kendilerine itiraz edebilecek tek bir kişi kalmayacağı ana kadar da diktatör Erdoğan ve avenelerinin bu ihtiyacının süreceği anlaşılıyor.
Mutlak bir dikta rejimi haline gelinceye kadar gıdasını propagandadan, güç ve enerjisini kitleleri aldatabilme kabiliyetinden alan dikta rejimlerinin, çoğunlukla adına “dava” dedikleri nihai amaçlarına kendilerini daha kestirmeden ulaştıracağını düşündükleri kontrollü kaos, kargaşa, komplo, çakma darbe, çakma ya da gerçek suikastlar düzenlemekten imtina etmedikleri biliniyor.
Kanın gövdeyi götürdüğü rejim değişikliklerinin gerçekleştirildiği devrimlerde ya da devrim sonrası kurulmaya çalışılan yeni rejimlerin konsolide edilme süreçlerinde bu tür komploların haddi hesabı bulunmuyor. Fransız İhtilali, Rus Komünist Devrimi, İran Devrimi ve benzeri altüst oluşlar bu tür hadiselerin örnekleriyle doludur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bile, yeni rejimin konsolidasyonu uğruna bu tür hadiselere tevessül edildiğinin örneklerine rastlamak mümkündür.
İSLAMOFAŞİST DİKTA REJİMİNİN SON RÖTUŞLARI İÇİN GEREKLİ
Kim ne derse desin, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye de 2011 yılından bu yana, planlı ve programlı bir şekilde ağır çekim (slow motion) bir rejim değişikliğine doğru yol alıyor. Sakın ha, bir yanlış anlaşılma olmasın. ‘Yol alıyor’dan kastımız, rejimin henüz değişmediği manasına gelmiyor. Tam tersine, bana göre, Türkiye’de rejim değişeli, sistem anayasal bir demokratik Cumhuriyet olmaktan çıkıp siyasal İslamcı bir hırsızlar saltanatına dönüşeli çok oluyor. Geriye ise kotarılan bu İslamofaşist dikta rejiminin son rötuşlarının yapılıp adının konulması kalmış bulunuyor.
Şimdilik, Ayhan Oğan örneğinde olduğu gibi, bu konuda utana çekine denenen vur kaç yöntemleriyle toplumun nabzı ölçülüyor. Planlı programlı şekilde inşa etmek uğruna hiçbir melanetten çekinmedikleri dikta rejimlerinin dört başı mamur hale geldiğinden emin oldukları an adını koymakta da bir lahza tereddüt göstermeyeceklerinden emin olabilirsiniz. Dünya artık öyle görmese de propagandayla uyutabildikleri iç kamuoyunun bir kısmının Türkiye’yi hala laik, demokratik anayasal bir hukuk düzeni gibi görmeleri şimdilik işlerine geliyor, o kadar.
Yani, henüz konsolide edilmemiş ve kemale ermemiş bir dikta rejimiyle karşı kaşıya olduğumuz için ülkenin maruz kaldığı fırtınalı süreç hala devam ediyor. Bu yüzden, AKP Genel Başkanı Erdoğan Isparta’da vatandaşlara yaptığı konuşmada “Gerekirse bu yolda yeni 15 Temmuz’lara var mıyız?” diye sorma ihtiyacı duyuyor. Aslında bu bir soru değil. Bir çeşit işaret, belki bir şifre ve hatta bir vaat. Çünkü, önceden milim milim planladığı şeylerin gerçekleşmesi sırasında olacak vahim hadiselere taraftarlarını hazırlamak ve onların bu hadiseler sırasında koşulsuz ve tereddütsüz kendi safında yer almalarını garantilemek için bu tür tuhaf sözler etmek Erdoğan’ın adetleri arasında bulunuyor. Erdoğan’ın aynı konuşmada bu sözlerinin hemen ardından idamı gündeme getirmesi ise, enine boyuna hazırlıklarını yaptığı anlaşılan hadiselerden sonra ulaşmayı umduğu amaçlarından en az birini ele veriyor.
AĞIZLARINDA GEVELEDİKLERİ MELANETLER PEK YAKINDA ANLAŞILIR
Çocukluk yıllarından beri Erdoğan’ın kuyruğundan ayrılmadığı bilinen Metin Külünk’ün aynı yöndeki sözlerinin de basit bir tesadüften ibaret olmadığı aşikâr. Anlaşılan bütün kurnaz tüccarlar gibi birer siyaset ve melanet tüccarı olan Erdoğan ile Külünk gibi adamları üretecekleri yeni Şeytani komploların pazarlamasını o komploları piyasaya sürmeden önce yapıyor. Daha önce yapmış olduğu bazı konuşmalarda insanların suç ve günah işleme özgürlüklerinden bahsedecek kadar sapıtmış olan Külünk, bugüne kadar tek bir şiddet eylemine karışmamış Hizmet Hareketi sempatizanlarına dair ise akıl almaz iddialarda ve alçakça iftiralarda bulunuyor.
Tıpkı gece gündüz yanı başlarında oldukları halde Erdoğan’ın kılına bile dokunmayan yaverlerinin 15 Temmuz’da Erdoğan’a suikastla suçlanması kepazeliğinde olduğu gibi Külünk de hitap ettiği kitlelerin ahmaklığından son derece emin şekilde şu saçmalıkları söyleyebiliyor: “Daha henüz bu örgütün özel yetiştirilmiş, Karlov suikastındaki tetikçileri ortaya çıkmadı. Haşhaşî elemanları henüz sahneye çıkmadı. Bu örgütün Melikşah’ın yastığının altına kılıç koyan adamları ortaya çıkmadı. Karlov suikastındaki gibi tanınma kabiliyeti çok düşük olan elemanları ortaya çıkmadı. Neyi bekliyorlar? Bence önümüzdeki zaman dilimleri içerisinde bizi zora sokacak adımlar atmaya hazırlanıyorlar.”
Külünk, kuyruğuna takıldığı ağababaları gibi, utanmaz arlanmaz bir müfteri olarak bir iftirasının üzerine bir başka iftirasını inşa ediyor. Karlov suikastının bütün somut kanıtları yandaşları olan radikal İslamcı Nurettin Yıldız’a işaret ettiği halde, suikastın hemen ardından panikle uydurmaya çalıştıkları ve ellerine yüzlerine bulaştırdıkları iftiralara sahip çıkma kepazeliğini gösteriyor. Radikal İslamcı Diriliş Postası’ndaki yazısında tıpkı Erdoğan’ın yaptığı gibi radikalize ederek militanlaştırdıkları, silahlandırarak partizan milis güçleri haline getirdikleri kitlelerine tuhaf bir işaret veriyor: “Çok enteresan günler, çok enteresan aylar ve çok enteresan yıllar yaşadık. Sanırım aynı niteliğe sahip günler, aylar ve hatta yıllar yaşamaya da devam edeceğiz. Sıra dışı gelişmeler bizi bekliyor…”
Sonra da taraftarlarını hazırlamaya çalıştığı yeni komplonun hedefinin neler olabileceğinin sinyalini veriyor: “…Erdoğan’ı Sokak anlıyor. Erdoğan’ı fabrikadaki emekçi anlıyor. Erdoğan’ı köyündeki çiftçi anlıyor. Erdoğan’ı Fatih Camii’ndeki Allah dostları anlıyor. Erdoğan’ı gönül erbabı anlıyor… Ama Erdoğan, onun fikriyatını eylem ve politikaya dönüştürecek etkin ve yetkin kurumlarca anlaşılmıyor. Kimi zaman en yakınındakiler anlamıyor. Peki, gerçekten de anlamıyorlar mı? Bir kısmı anlayamıyor, bir kısmıysa aklını emperyalizmin ortaklığına verdiği için anlamaz görünüyor.”
15 TEMMUZ’DAN ÇOK DAHA VAHİM BİR KOMPLO PEŞİNDE OLABİLİRLER
Bu söylemlerle Erdoğan’ın son günlerde kendi parti teşkilatlarını hedefe alması yan yana konulduğunda hem bürokraside ve toplumda hem de siyasette yeni ve belki de çok daha kapsamlı bir cadı avı kampanyası için zemin hazırlayacak bir komplonun peşinde oldukları ya da bunun hazırlıklarını çoktan yaptıkları anlaşılabiliyor. İşte bu noktada Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yapmak zorunda kaldığı dehşet veren uyarılar önem kazanıyor:
“Sanmayın ki bu yapılan şeyler, bu kadarıyla kalacak!.. Bir ‘hırsızlık’ ortaya çıkınca, adını ‘darbe’ koyup Müslümanlara eziyet etme işi; o bir başlangıçtı. Fakat maşerî vicdan, genelde böyle bir muamele için onu yeterli sebep görmediğinden dolayı… Gerçekten ‘darbe’ denecek bir darbe senaryosuna ihtiyaç vardı… ‘Darbe’ senaryosuyla kısmen güçlendiler; bir yönüyle yapılan mezâlim, makuliyet kazandı… Fakat baktılar ki, dünya buna da inanmıyor. Dünyanın değişik yerlerinde erbâb-ı basiret, elit, entelektüel, ‘Yahu böyle bir şey olmaz!.. Bu insanlar, nasıl olur, her şeyden haberdar oldukları halde?!’ diyorlar. Evet, camilerin minareleri/hoparlörleri hazır, diyanet teşkilatı hazır, imamlar hazır, müezzinler hazır… Hâdise olmadan evvel çıkıp camilerin minarelerinde bile haykırıp insanları sokaklara dökecekler ve sun’î bir kargaşaya sebebiyet verecekler… Dolayısıyla dünya, bu hadiseleri görüyor…”
“Bunun üzerine, fesada kilitli ruhlar başka bir senaryonun peşine düştüler: ‘Acaba şimdi ne yapsak?!. Öyle ise, daha ciddisini yapmamız lazım. Çok önemli bazı kimseleri öldürmemiz lazım… Sonra da bunu… Neyi söylüyorum biliyor musunuz? Ayağa düşmüş şekilde konuşulan şeyleri söylüyorum: ‘Önemli bazı kimseleri… Gerçekten meseleye ‘darbe’ dedirteceğimiz şekilde… Yeni/yepyeni yeni bir kargaşa tipi… Öyle ki Türkiye’deki bir kısım kandıramadığımız kimseleri de bununla kandıralım ve bir de dünyada kamuoyunu değiştirelim, lehimize değiştirelim! Zira şimdilerde, herkes, bunun bir ‘senaryo’ olduğunu söylüyor! Böyle bir şeyin zilleri çalmaya başlamıştır.”
‘ÜÇÜNCÜ ŞEYTANLIK FASLI’
Hocaefendi devam ediyor: “Evet, bundan sonra da -bir yönüyle- yemek istediklerini yemek için, yemeye bahane bulmaları lazım. O bahane uğruna yapmadıkları şeytanlık kalmayacaktır. Şu bahsettiğim, ‘üçüncü şeytanlık faslı.’ Zannediyorum, en profesyonel senaristleri bile şaşırtacak kadar … çok şeytanî senaryolar sahneye sürülmek suretiyle kendilerini haklı göstermeye çalışacaklar. Zâlim, kendisini âdil gösterecek; Haccâc-ı zâlim, kendisini Hazreti Ömer göstermeye çalışacak; Yezîd, kendisini Hazreti Ebu Bekir göstermeye çalışacak. Ve zulümlerine devam edecekler. Hiç tereddüdünüz olmasın. Çünkü bir kere yalan söyleyen, her zaman söyler. Bir kere iftira eden, her zaman iftira eder. Bir kere bir senaryo sahneye süren, her zaman benzer -fakat zamanın girdileri ile- senaryolar sahneye sürer. Çünkü tarihi tekerrürler devr-i daiminde, hadiseler, ‘misliyet’ çerçevesinde cereyan eder…”
Allah muhafaza diyelim ama, bütün bu söylenenlerin ışığında, devrim ve rejim değişiklikleri süreçlerinde neler yaşanabildiğine şöyle bir daha bakmak gerekiyor. Rusya, Fransa ve İran tarihine kadar gitmeye bile gerek yok. Buyurun size ‘İzmir Suikastı’. Mevzu İzmir Suikastı’nın gerçek mi yoksa uydurma mı olduğu değil. Günün sonunda bunun bir önemi de yok. Neticede, vahim sonuçları buz gibi gerçek değil mi?
https://www.youtube.com/watch?v=jnUeWcooiJI
İZMİR SUİKASTİ BAHANESİYLE TEK BİR MUHALİF SES BIRAKILMAMIŞTI
Hatırlayalım: Tek adam rejiminin konsolidasyonu hedefiyle en ufak muhalefetin bile başının ezilmesi ya da başını kaldıramayacak hale gelmesi için rejimin Şeyh Sait İsyanı, İzmir Suikastı, Menemen Olayı gibi elim hadiselere ihtiyacı vardı. 15 Temmuz kurgu darbe teşebbüsünden hemen sonra Erdoğan dikta rejiminin anında devreye soktuğu gibi bu hadiseler sonrası da devreye sokulan “tedbirlerin” önceden hazırlıkları yapılmadan hemen gerçekleşmesi imkân dahilinde olamazdı.
14 Haziran 1926 için planlandığı iddia edilen İzmir Suikastı gibi hadiseler ya da iddialar gerekçe edilerek genç cumhuriyetin karakteri demokrasiden koparılmış ve bir dikta rejimine doğru yönlendirilmişti. Ülkedeki tek muhalefet partisi kapatılmış ve tüm muhalif milletvekilleri hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştı. Aralarında Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa, Bekir Sami Bey, Rüştü Paşa, Refet Paşa ile eski maliye bakanı Cavid Bey de vardı. O gün de tıpkı bugünkü gibi tamamen siyasi nitelikte mahkemeler oluşturulmuştu. Başbakan İsmet Paşa, Kazım Karabekir’i, suçluluğuna inanmadığı için serbest bıraktırmıştı. Bunun üzerine İstiklâl Mahkemesi İsmet Paşa’ya, gerekirse kendisinin dahi tutuklanabileceği tehdidinde bulunmuştu.
CHP MİLLETVEKİLLERİNDEN OLUŞAN MAHKEME İDAM KARARLARI VERDİ
Savcılığı ve mahkeme heyeti 5 CHP’li milletvekilinden oluşan soruşturmalarda suikast bahanesiyle önde gelen 49 muhalif tutuklanmıştı. O günlerde Bank Asya’da hesabı bulunmak ya da Digitürk aboneliğini bırakmak gibi bir gerekçe olamayacağı için zanlılar, doğrudan suikastta görev alanlar, suikastı hazırlayıp kışkırtanlar, suikasta doğrudan katılmayan ancak Türk inkılabına ve Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olan eski İttihatçılar ve kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyeleri ve paşalar olmak üzere dört gruba ayrılarak yargılanmıştı.
Bu uyduruk mahkeme yargılamaların İzmir ayağını bir ay içerisinde tamamlamış ve 13 Temmuz 1926’da 15 kişinin idamına karar vermişti. İnfazları da aynı gece gerçekleştirilmişti. Aynı uyduruk mahkeme, 2 Ağustos’ta başladığı Ankara’daki yargılamaları 26 Ağustos’ta tamamlamış ve siyasi suçlamalarla 4 kişinin idamına karar vermişti. İdama mahkûm edilen dört kişinin cezası aynı gece gerçekleşmiş ve infaz edildikleri hapishanenin avlusuna defnedilmişlerdi. Siyasi nitelikli bu vahim hadiselerin muhalif kesimlerde yol açtığı derin travma Kemal Tahir’in üç ciltlik “Kurt Kanunu” ve Ahmet Ümit’in “Elveda Güzel Vatanım” romanda başarılı bir şekilde anlatılmaktadır.
Çok az bir özetini verdiğimiz İzmir Suikastı sonrası yaşananları okuyan normal insanların yaşananlardan dehşet duymaması imkânsız. Erdoğan ve adamlarının ise içlerinin yağı eriyerek aynısını tekrarlamak ya da çok daha fazlasını yapmak için can atmadıklarını kim iddia edebilir?
(TR724)