[ABDULLAH SALİH GÜVEN]
22 Haziran 2017 tarihinde medyaya düşen bir haberdi: Süryani kiliseleri Diyanet’e devrediliyor. Mehmet Görmez Başkan tam 14 gün sonra cevap verdi bu habere. “On gündür Avrupa’nın, Amerika’nın bütün gazetelerinde Türkiye’nin, Türkiye’de yaşayan Süryaniler’in bütün kiliselerinin, Mor Gabriel Kilisesi’nin ve ona ait olan kabristanını ve bütün topraklarını Diyanet İşleri Başkanlığına tahsis ettiğine dair bir yalan haber üzerinden kara bir propaganda yapılıyor.”
Doğrudur. Böyle bir haber yalandır. Koskoca Diyanet İşleri Başkanı yalan söyleyecek değil ya! Malum, yalan dinimizde haram. Ama neden 14 gün sonra! Bu soru benim kafamı kurcalıyor, sizin kurcalamıyor mu? Bir bit yeniği var bu işte. Böyle bir şey vardı, kamuoyu ve bazı Avrupa ülkeleri ve Amerika basınında çıkan tepki haberleri nedeniyle devlet geri adım mı attı acaba diye insan düşünmeden edemiyor? Neyse dünyada olmasa da ahirette öğreniriz. Biz beyne sigorta attıran bu soruları bir kenara bırakıp sırtında Peygamber cübbesi, kafasında Peygamber sarığı taşıyan Başkan’ın dediklerine inanalım. Yalan haber bu ve yalan üzerinden karalama propaganda yapılıyor Türkiye’ye!
Konuşmasında devleti de müdafaa alanına aldı Başkan. Nasıl almasın ki devletin bir memuru, hatta o devlet rejiminin en önemli sigorta unsurlarından olan bir kurumun başında birisi olarak bunu yapmak zorunda. “Devlet böyle bir hata yapmaz” dedi ve devam etti: “Halbuki Türkiye bu coğrafyada hiçbir ülkenin yapmadığı bir şeyi yaptı. Bu topraklarda yaşayan ne kadar dini azınlık varsa onlara ait bütün vakıf mallarını iade etti. Hiçbir ülke iade etmezken Türkiye iade etti.”
Bugüne bakan veçhesiyle devlet böyle bir hata yaptı mı, bilmiyorum. Onu seçilmiş ve atanmışıyla devletlularımız, bürokratlarımız bilir. Ama şunu biliyorum, bu türlü asılsız haberler anında yalanlanır. Devlet yetkilileri çıkar, yalanlama yapar, asılsız haberi yapan basın yayın kuruluşuna hukuki yollarla tekzip, tashih gönderir, gerekirse dava açar, daha da ötesi yayın yasağı getirir, ceza yazar, yayınına son verir, hatta gider o basın yayın kuruluşunu ibret-i alem olsun diyerek şiddet kullanarak başar, kırar, döker, TMSF yoluyla el koyar, sonra yandaşlarına devir eder vs. Bunlar Türkiye’nin son yıllarda çok sık karşılaştığı artık AKP klasiği haline gelen ve herkesin alıştığı türden uygulamalar.
Bunun devamında söylediği şey ise, benim değil yakın çağ Türkiye tarihçilerinin konusu. Dini azınlıklara vakıf mallarını iade etmesinden bahsediyorum. Hiçbir ülke iade etmezken Türkiye etmiş. Gerçekten Türkiye iade etti, başkaları etmedi, bilmiyorum. Basın yayına yansıdığı kadarıyla bildiğim bu mesele bu kadar net değil. Hala daha azınlıkların bu çerçevede devam eden davalarının olduğunu biliyorum. Kaldı ki bu, fazilet değil ki? Neden azınlıkların mallarını gasp ettin? Asıl sorulması gereken soru bu? Denilebilir ki Cumhuriyet rejimini kuran insanların hataları onlar. Yeni değil. Biz onlardan sorumlu değiliz, onların yanlışlıklarını düzeltiyoruz deniyorsa, bu kabul edilebilir bir cevap.
Fakat konuşmanın devamı farklı bir zihniyeti ele veriyor: “Çünkü bu ülke büyük bir ülke. 4-5 asır önce bu ülkede farklı inançların mensupları bu topraklarda özgürce yaşadılar. İslam’ın emri gereği bunu yaptı ecdadımız.” Yapmayın Görmez Başkan. Bir cümle önce iade etti dedin. Neden iade etti? İade ettiğine göre demek ki ecdadımız gasp etmiş. Azınlıkların malları bu büyük dediğiniz ülke tarafından gasp edildiğine göre demek ki azınlıklar özgürce yaşamamışlar.
Yapmayın Görmez Başkan Allah aşkına! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun. Söylediğiniz bir cümle bir önceki cümlenizle çelişmesin. Sizin gibi profesör unvanlı hadis hocasına, başkanı bulunduğunuz kuruma, temsilcisi bulunduğunuz dini makama yakışmıyor bu türlü çelişkiler. Allah aşkına diyorum size, mazide ecdadımızın yaptığı güzellikleri, sizin tabirinizle İslam’ın emri gereğince zaten yaptıkları ve yapmak zorunda oldukları eylemleri toptancı, heptenci bir mantıkla ele almayın. Genellemede bulunmayın. Ecdadımız döneminde sıkıntı çeken, dini özgürlüğünün bütün unsurlarına sahip olmayan dini azınlıkların olduğunu da görün lütfen. Azınlıkların aleyhine cereyan eden hukuki, askeri, ekonomik, kültürel ayrıcalıkları da görün. Seçici tarih okuması yapmayalım diyor ya akademisyenler, siz de bir akademisyen olarak bu hataya düşmeyin. Milleti yanlış yönlendirmeyin. Moda deyimle ‘ver mehteri ver’ demeyin. Ecdadımızın bize bıraktığı miras içinde manzara sizin resmettiğiniz kadar berrak, şeffaf, her şeyiyle övünülebilir ve başlarımızı göklere eğdirecek ölçüde değil.
Ayrıca ecdadımızın güzelliklerinin arkasına sığınıp bugünü perdelemeyin. Kendinize şu soruyu sorun ki, siz bu soruyu en çok sorma makamında olan bir insansınız. Zira vazifeniz ve makamınız itibariyle devletin hala yapmakta olduğu yüzlerce binlerce yanlışa dur diyebilirsiniz. Durduramasanız da safınızı belli edersiniz. Soru şu: acaba farklı inançların mensupları bu topraklarda bugün özgürce, tekrar ediyorum öz-gür-ce yaşayabiliyor mu? Cevabını herkesin yaşayarak gördüğü bu soruyu asıl Görmez Başkanın sormasını ve cevap vermesini beklerim. Bekliyorum. Yalnız cevabi vermeden önce iyi düşünün. Düşünmenize yardımcı olması için aynı zamanda yer ismi olan tek bir kelime söyleyeyim size: Heybeliada.
Devam ediyor Başkan: “Bunu açıkça ifade edeyim, bu ülkede yaşayan herhangi bir dini azınlığın mabedini, toprağını, mülkiyetini Diyanet olarak kabul etmeyiz.” Çok onurlu, şerefli bir çıkış olarak görelim bu tavrı. Bir tek şartla, hayata geçirilmesi. Gerçekten devlet bu mülkleri Diyanet’e bağışlayacak, Görmez Başkan’da bunu görüp kabul etmeyecek. Bağlı bulunduğunu Başbakan’ın yazılı emrine, belki Cumhurbaşkanının en azından sözlü onayına hayır diyecek. Onların ısrar etmesi durumunda hem şahsının hem de yüz bin kişiyi aşan personeliyle başkanı bulunduğu kurumun izzetini, şerefini, onurunu düşünerek, İslami ilke ve prensiplere uygun olarak söylediği bu sözünden vazgeçmeyip gerekirse istifa edecek.
Şahsen benim bu konuda tereddütlerim var. Zırhlı Mercedes hikayesini hatırladım birdenbire. 2015 Mayıs’ında zırhlı bir Mercedes tahsis edilmişti Sayın Başkan’a devletimiz tarafından. Dini temsil makamında bulunan Başkan bunu kabul etmeyeceğini kamuoyuna deklare etti. Hem de “ibret-i alem olsun diye o aracı iade edeceğiz” sözleriyle. Bütün Türkiye kamuoyu takdirle karşıladı bu tavrı. Tebriklerin, teşekkürlerin ardı arkası kesilmedi. Günlerce hem geleneksel hem de sosyal medyanın konusu oldu. Onurlu bir çıkıştı. Bu arada madalyonun öbür ucunda Erdoğan’ın çıkışları oldu. “O arabanın fiyatı ne ki, gazeteler 1 milyon diyor, ben sordurdum Mercedes’in fiyatı 320 bin lira; haberim olsaydı bu arabayı geri verdirtmezdim” gibi cümleler sarf etti 7 Haziran öncesi siyaset meydanlarında. Arşiv ortada. İsteyen bakabilir. Buradan özellikle “geri verdirtmezdim” cümlesinden anladığımız arabanın tahsisi ve “ibret-i âlem için o aracı iade edeceğiz” sözü gerçekleşmiş. Araba geri iade edilmiş. Ama hatırlanacağı üzere kamuoyunun yakından ve ilgiyle takip ettiği bu hadise soğudu, üzerinden yaklaşık bir ay geçti ve Görmez Başkan o zırhlı Mercedes ile bir iftar programına katıldı. Bu durumda şunu düşünüyor insan, ya iade edilmedi, ya da iade kabul edilmedi. Fakat hangisi olursa olsun netice değişmiyor, Görmez Başkan zırhlı Mercedes’i ibret-i alem için iade edecekti, ibret-i alem oldu.
Görmez Başkan’ın görmezliğinin tescili olan en önemli cümlesi ise şu: “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur.”
Aman Allah’ım! Ne büyük bir tespit! Buradan devam edeceğim.
MÜLKİYETİ GASP HARAMMIŞ!.. (2.BÖLÜM)
Doğrudur. Böyle bir haber yalandır. Koskoca Diyanet İşleri Başkanı yalan söyleyecek değil ya! Malum, yalan dinimizde haram. Ama neden 14 gün sonra! Bu soru benim kafamı kurcalıyor, sizin kurcalamıyor mu? Bir bit yeniği var bu işte. Böyle bir şey vardı, kamuoyu ve bazı Avrupa ülkeleri ve Amerika basınında çıkan tepki haberleri nedeniyle devlet geri adım mı attı acaba diye insan düşünmeden edemiyor? Neyse dünyada olmasa da ahirette öğreniriz. Biz beyne sigorta attıran bu soruları bir kenara bırakıp sırtında Peygamber cübbesi, kafasında Peygamber sarığı taşıyan Başkan’ın dediklerine inanalım. Yalan haber bu ve yalan üzerinden karalama propaganda yapılıyor Türkiye’ye!
Konuşmasında devleti de müdafaa alanına aldı Başkan. Nasıl almasın ki devletin bir memuru, hatta o devlet rejiminin en önemli sigorta unsurlarından olan bir kurumun başında birisi olarak bunu yapmak zorunda. “Devlet böyle bir hata yapmaz” dedi ve devam etti: “Halbuki Türkiye bu coğrafyada hiçbir ülkenin yapmadığı bir şeyi yaptı. Bu topraklarda yaşayan ne kadar dini azınlık varsa onlara ait bütün vakıf mallarını iade etti. Hiçbir ülke iade etmezken Türkiye iade etti.”
Bugüne bakan veçhesiyle devlet böyle bir hata yaptı mı, bilmiyorum. Onu seçilmiş ve atanmışıyla devletlularımız, bürokratlarımız bilir. Ama şunu biliyorum, bu türlü asılsız haberler anında yalanlanır. Devlet yetkilileri çıkar, yalanlama yapar, asılsız haberi yapan basın yayın kuruluşuna hukuki yollarla tekzip, tashih gönderir, gerekirse dava açar, daha da ötesi yayın yasağı getirir, ceza yazar, yayınına son verir, hatta gider o basın yayın kuruluşunu ibret-i alem olsun diyerek şiddet kullanarak başar, kırar, döker, TMSF yoluyla el koyar, sonra yandaşlarına devir eder vs. Bunlar Türkiye’nin son yıllarda çok sık karşılaştığı artık AKP klasiği haline gelen ve herkesin alıştığı türden uygulamalar.
Bunun devamında söylediği şey ise, benim değil yakın çağ Türkiye tarihçilerinin konusu. Dini azınlıklara vakıf mallarını iade etmesinden bahsediyorum. Hiçbir ülke iade etmezken Türkiye etmiş. Gerçekten Türkiye iade etti, başkaları etmedi, bilmiyorum. Basın yayına yansıdığı kadarıyla bildiğim bu mesele bu kadar net değil. Hala daha azınlıkların bu çerçevede devam eden davalarının olduğunu biliyorum. Kaldı ki bu, fazilet değil ki? Neden azınlıkların mallarını gasp ettin? Asıl sorulması gereken soru bu? Denilebilir ki Cumhuriyet rejimini kuran insanların hataları onlar. Yeni değil. Biz onlardan sorumlu değiliz, onların yanlışlıklarını düzeltiyoruz deniyorsa, bu kabul edilebilir bir cevap.
Fakat konuşmanın devamı farklı bir zihniyeti ele veriyor: “Çünkü bu ülke büyük bir ülke. 4-5 asır önce bu ülkede farklı inançların mensupları bu topraklarda özgürce yaşadılar. İslam’ın emri gereği bunu yaptı ecdadımız.” Yapmayın Görmez Başkan. Bir cümle önce iade etti dedin. Neden iade etti? İade ettiğine göre demek ki ecdadımız gasp etmiş. Azınlıkların malları bu büyük dediğiniz ülke tarafından gasp edildiğine göre demek ki azınlıklar özgürce yaşamamışlar.
Yapmayın Görmez Başkan Allah aşkına! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun. Söylediğiniz bir cümle bir önceki cümlenizle çelişmesin. Sizin gibi profesör unvanlı hadis hocasına, başkanı bulunduğunuz kuruma, temsilcisi bulunduğunuz dini makama yakışmıyor bu türlü çelişkiler. Allah aşkına diyorum size, mazide ecdadımızın yaptığı güzellikleri, sizin tabirinizle İslam’ın emri gereğince zaten yaptıkları ve yapmak zorunda oldukları eylemleri toptancı, heptenci bir mantıkla ele almayın. Genellemede bulunmayın. Ecdadımız döneminde sıkıntı çeken, dini özgürlüğünün bütün unsurlarına sahip olmayan dini azınlıkların olduğunu da görün lütfen. Azınlıkların aleyhine cereyan eden hukuki, askeri, ekonomik, kültürel ayrıcalıkları da görün. Seçici tarih okuması yapmayalım diyor ya akademisyenler, siz de bir akademisyen olarak bu hataya düşmeyin. Milleti yanlış yönlendirmeyin. Moda deyimle ‘ver mehteri ver’ demeyin. Ecdadımızın bize bıraktığı miras içinde manzara sizin resmettiğiniz kadar berrak, şeffaf, her şeyiyle övünülebilir ve başlarımızı göklere eğdirecek ölçüde değil.
Ayrıca ecdadımızın güzelliklerinin arkasına sığınıp bugünü perdelemeyin. Kendinize şu soruyu sorun ki, siz bu soruyu en çok sorma makamında olan bir insansınız. Zira vazifeniz ve makamınız itibariyle devletin hala yapmakta olduğu yüzlerce binlerce yanlışa dur diyebilirsiniz. Durduramasanız da safınızı belli edersiniz. Soru şu: acaba farklı inançların mensupları bu topraklarda bugün özgürce, tekrar ediyorum öz-gür-ce yaşayabiliyor mu? Cevabını herkesin yaşayarak gördüğü bu soruyu asıl Görmez Başkanın sormasını ve cevap vermesini beklerim. Bekliyorum. Yalnız cevabi vermeden önce iyi düşünün. Düşünmenize yardımcı olması için aynı zamanda yer ismi olan tek bir kelime söyleyeyim size: Heybeliada.
Devam ediyor Başkan: “Bunu açıkça ifade edeyim, bu ülkede yaşayan herhangi bir dini azınlığın mabedini, toprağını, mülkiyetini Diyanet olarak kabul etmeyiz.” Çok onurlu, şerefli bir çıkış olarak görelim bu tavrı. Bir tek şartla, hayata geçirilmesi. Gerçekten devlet bu mülkleri Diyanet’e bağışlayacak, Görmez Başkan’da bunu görüp kabul etmeyecek. Bağlı bulunduğunu Başbakan’ın yazılı emrine, belki Cumhurbaşkanının en azından sözlü onayına hayır diyecek. Onların ısrar etmesi durumunda hem şahsının hem de yüz bin kişiyi aşan personeliyle başkanı bulunduğu kurumun izzetini, şerefini, onurunu düşünerek, İslami ilke ve prensiplere uygun olarak söylediği bu sözünden vazgeçmeyip gerekirse istifa edecek.
Şahsen benim bu konuda tereddütlerim var. Zırhlı Mercedes hikayesini hatırladım birdenbire. 2015 Mayıs’ında zırhlı bir Mercedes tahsis edilmişti Sayın Başkan’a devletimiz tarafından. Dini temsil makamında bulunan Başkan bunu kabul etmeyeceğini kamuoyuna deklare etti. Hem de “ibret-i alem olsun diye o aracı iade edeceğiz” sözleriyle. Bütün Türkiye kamuoyu takdirle karşıladı bu tavrı. Tebriklerin, teşekkürlerin ardı arkası kesilmedi. Günlerce hem geleneksel hem de sosyal medyanın konusu oldu. Onurlu bir çıkıştı. Bu arada madalyonun öbür ucunda Erdoğan’ın çıkışları oldu. “O arabanın fiyatı ne ki, gazeteler 1 milyon diyor, ben sordurdum Mercedes’in fiyatı 320 bin lira; haberim olsaydı bu arabayı geri verdirtmezdim” gibi cümleler sarf etti 7 Haziran öncesi siyaset meydanlarında. Arşiv ortada. İsteyen bakabilir. Buradan özellikle “geri verdirtmezdim” cümlesinden anladığımız arabanın tahsisi ve “ibret-i âlem için o aracı iade edeceğiz” sözü gerçekleşmiş. Araba geri iade edilmiş. Ama hatırlanacağı üzere kamuoyunun yakından ve ilgiyle takip ettiği bu hadise soğudu, üzerinden yaklaşık bir ay geçti ve Görmez Başkan o zırhlı Mercedes ile bir iftar programına katıldı. Bu durumda şunu düşünüyor insan, ya iade edilmedi, ya da iade kabul edilmedi. Fakat hangisi olursa olsun netice değişmiyor, Görmez Başkan zırhlı Mercedes’i ibret-i alem için iade edecekti, ibret-i alem oldu.
Görmez Başkan’ın görmezliğinin tescili olan en önemli cümlesi ise şu: “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur.”
Aman Allah’ım! Ne büyük bir tespit! Buradan devam edeceğim.
MÜLKİYETİ GASP HARAMMIŞ!.. (2.BÖLÜM)
Bu seriye devam edeceğim ama farklı bir başlangıç yaparak. Şu ana kadar birçok defa gerek Başkan Görmez’in, gerekse Diyanet yetkililerinin ağzından “Diyanet’i ve Başkanı hedef alıyorlar, yıpratmak ve itibarsızlaştırmak istiyorlar” serzenişini duyduk.
Kimler ve neden Diyanet ve Başkanını neden itibarsızlaştırmak istesinler? Bir: itham edenlerin Başkan ve Diyanet’e düşmanlıkları vardır. İki: itham edilenlerin itham edenlere göre yanlışlıkları vardır.
Eğer düşmanlık söz konusu ise zaten yapacak bir şey yok. Düşmanlık seviyesine çıkmış bir anlaşmazlık savaş ile neticelenir. Demek ki ortada bir savaş var ve savaşta taraflar birbirini mağlup etmek için uğraşıyor. Böyle düşünür, böyle bakar ve sonucu beklersiniz. Yok, ikinci alternatif söz konusuysa o zaman bunun adı hedef alma, yıpratma, itibarsızlaştırma olmaz; tenkit olur, daha yaygın kullanımı ile eleştiri olur. Eleştirinin ise en az iki çeşidi vardır; yapıcı ve yıkıcı. Yapılanları yanlış bulup, daha iyi, daha güzel, daha doğruyu tavsiye babındaki eleştiriler, altları dolu ve alternatif önerilerle yapılıyorsa yapıcı kısmına girer, baş tacı yapılır. “Allah senden razı olsun, hiç bu zaviyeden bakmamıştım, teşekkür ederim” cümleleriyle karşılık bulur; ya da “Allah razı olsun ama sen bu eleştiriyi getirirken resmin tam karelerini görememişsin, bu zaviyeden bakış senin eleştirini doğrular ama bu faktör de devreye girince sanırım benim düşüncem ve eylemim daha doğru” gibi cümlelerle dostça müzakerelere girişilir. Yıkıcı eleştiriye gelince, esasta problem olmaması şartıyla usul ve üslup hatasıdır. Fakat onun bir tık ötesi düşmanlıkla neticelenir ve meseleyi yukarıda söylediğimiz savaş ortamına taşır. Bu açıdan eleştirilerde esas ne kadar önemli ise usul ve üslup da o kadar önemlidir.
Diyanet ve Başkan hakkında zaman zaman yazı yazan ve içeriden bir insan olarak şahsen ben, Başkan ve yetkililerin öteden bu yana söyledikleri söz konusu serzenişlerini hiç üzerime almıyorum. Almıyorum çünkü yazdıklarımı düşmanlık hisleri ile savaş kazanmak amacıyla değil yapıcı eleştiri kapsamı içinde görüyorum. Her bir cümlemi hesabını ahirette Allah’a hesap vereceğim şuuru içinde kaleme alıyor, tekrar tekrar okuyorum. Muhatap aldığım kişilerle yine dünyada yüz yüze veya ahirette Rabbimin huzurunda hesaplaşacağım gerçeğini hiç unutmuyorum. Dün yayınlanan ve aşağıda devamını okuyacağınız yazıda dile getirilen eleştiriler de bu kapsamdadır.
KARA PROPAGANDA MI GERÇEKTEN?
Farklı bir giriş dedim. Maksadım, eğer iyi ifade edebildiysem bundan ibarettir. Ne zamandır bunu kaleme almak istiyordum, Başkan’ın Süryani kiliselerinin Diyanet’e devri şayiası üzerinden söylediği “kara propaganda yapılıyor” cümlesi bunları yazamam vesile oldu.
Mülkiyeti gasp konusunda Görmez Başkan’ın yaptığı konuşmayı tahlil ederken “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” cümlesine gelmiştik. Doğru mu bu? Cins bir soru ile başlayayım; kime göre, neye göre? Allah ve Resulüne, literatürde nass dediğimiz Kur’an ayetleri, Peygamber hadisleri ve uygulamalarına göre ise, doğru. Bu naslardan hareketle ulemanın ortaya koymuş olduğu İslami ilke, prensip, kaide, kural, kanun, adına ne derseniz deyin teolojik, teorik ve hukuki değerlere göre ise doğru. Bu kaidelerin idarecisi ile idare edileni ile teker teker Müslümanlar tarafından hayata tatbiki kastediliyorsa, doğru değil. Bir önceki yazımda da dediğim gibi seçici tarih okumaları yapmayalım. Müslümanlık tarihinin sadece ve sadece altın dönemlerini nazara verip, diğerlerini es geçmeyelim.
Mesela bugün, Müslüman olduklarından kuşku duymadığımız insanların 15 yıldır başında bulunduğu AKP iktidarının yaptıklarına bakın. 15 Temmuz öncesi ve sonrasında cemaate yönelik operasyonlarda “2,099 Üniversite, lise, ortaokul, ilkokul ve öğrenci yurdu kapatılmıştır. Mülkiyeti vakıf veya derneklere ait olan binalara devlet tarafından el konulmuştur. Aynı şekilde yine cemaate mensup insanlar ait olan toplam 1.289 özel şirkete el konulmuş̧tur”. Şimdi Görmez Başkana kendisinin de şahit olduğu bu manzarayı yeniden hatırlatıp “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” tespitini izah etmesini istiyorum. Siyasal İslamcı, Muhafazakâr Müslüman diye kendini tanımlayan iktidarın sahipleri devletin meşru şiddet kullanma gücünü de arkasına alarak yaptıkları el koymanın dinimizdeki adı nedir? Gasp değil midir? Değilse bu eylemi nasıl tanımlıyorsunuz? Dilimizde kullandığımız “devletleştirme, kamulaştırma, el koyma” gibi kavramların yukarıda rakamlarını verdiğim manzara özelinde gasptan ne farkı vardır?
İSLAM REDDEDİYOR, PEKİ SİZ?
Görmez Başkan’ın bu bağlamda akıllarını ikna, vicdanları tatmin, gönülleri razı edecek ve yapılan tatbikatla hak verdirecek bir izahını olacağını sanmıyorum. Madem yok, o zaman gelin basit bir mantık yürüterek bazı ihtimalleri ortaya koyalım.
1-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama bizim ret ettiğimiz bir husus değildir.
2-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama Cemaat söz konusu olduğunda biz İslam’ın kaide ve kurallarını uygulamıyoruz.
3-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama cemaat düşmandır ve onunla savaş halindeyiz. Dolayısıyla savaş hukukunun kuralları geçerlidir. Savaşta mağlup ettiğin düşmanının malları ganimettir. Devletin el koyduğu bu okullar ve şirketler de gasp değil ganimet kategorisine girer.
Devam edebilirim ama yazıyı uzatmak istemiyorum ve Görmez Başkan’a tekrar soruyorum; bu üç alternatif içinde hangisini kabulleniyorsunuz? Siz cevabınızı düşünedurun ben cevap vereyim; her üçü de var Sayın Başkan. Delil mi istiyorsunuz? İstanbul Çamlıca’da Ali Kervancı’ya ait evin müftülük lojmanı yapılması. Mülk başkasına yani Ali Kervancı’ya ait. Devlet o malı uydurma gerekçelerle gasp ediyor, Diyanet’e veriyor, siz de müftülük lojmanı yapıyorsunuz. Tebessüm ediyorum Görmez Başkan bu satırları yazarken; sadece tebessüm ve içimden iyi ki ahiret var, hesap var, mizan var, kul hakkı var, hesaplaşma var, cennet var, cehennem var diyorum. Bu tebessümün içinde acı, üzüntü, keder, ıstırap, hüzün gizli. Siz anladınız onun ne demek olduğunu fakat anlamayanlar için kilit bir ipucu vereyim; tebessüm ahirete, haşre, mizana, hesaplaşmaya bakıyor; acı, üzüntü, keder, ıstırap ve hüzün ise dünyaya.
İSLAM DÜNYASININ YAŞADIĞI MEDENİYET KRİZİ BU
Sayın Başkan; müsaadeniz olursa size bir-iki noktayı hatırlatmak istiyorum.
Bir: Sizin de tanıdığınızı düşündüğüm bir arkadaşımın tespitiyle aktarayım: Cemaat sizin için “ötekileştirdiğiniz bir öteki” olmuş durumda. Bir taraftan Müslümanlar olarak itikadi zihniyetimizin, birlik-beraberlik, kardeşlik-dostluğumuzun en temel dinamiği olan ”ehl-i kıble tekfir edilemez” diyeceksiniz, öbür taraftan ceza hukuku değil savaş hukuku kurallarını bile aşan ölçüde Cemaate yapılan her türlü zulmü, işkenceyi, karakter suikastını, gasbı meşru gören bir suskunluk hatta daha da ötesi bütün bunlara cevaz veren bir tutum içinde bulunacaksınız. Bu bir iman sorunudur Görmez Başkan. Bu bir ahlak krizidir. Bu bugün itibariyle İslam dünyasının birçok yerinde gördüğümüz bir medeniyet krizidir. Aynaya bu zaviyeden bakmanızı acizane tavsiye ederim.
İki: En masum insanlar otorite karşısında şahsiyet ve karakter değişikliğine maruz kalabilir. Bir de kaybetmek istemedikleri statükoları varsa, “uydum kalabalığa” deyip her şeyini otoritenin eline teslim edebilir. Literatürde bunlara ”mankurt” deniliyor. Devlet otoritesi karşısında inandığı esasları, kuralları, kaideleri, ilkeleri, prensipleri bir kenara bırakarak şahsiyeti, kişiliği, karakteri hatta kimliğini kaybetmiş mankurtlar. Aynaya bu zaviyeden de bakmanızı acizane tavsiye ederim.
Üç: Mutlak otorite sizin de bildiğiniz ve inandığınız gibi İslam’da Allah’a aittir. Onun otoritesini eğer bir şahsa devrederseniz, ardından onun ağzından çıkan her şeyi emir kabul eder, “vardır bir bildiği” ve “vardır bir hikmeti” derseniz, ona muhalefeti ahlaksızlık, anarşi, isyan sayar ve Thomas Hobbes’in Leviathan’ını hortlatmış olursunuz. Nietzsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt: Herkes ve Hiç kimse için Bir Kitap’ adli eserinde dediği gibi, o şahsı veya o şahsın özelinde devleti soğuk mu soğuk, önüne her geleni ezen, parçalayan, yok eden bir canavar haline getirirsiniz. Ben bu zaviyeden bakınca sizin şu son 3-4 yılda oynamış olduğunuz rolün HSYK’dan, AYM’den, MİT’ten, Ordu’dan, Emniyet’ten ve sayısını bilmediğim bakanlıklardan daha önde olduğunu görüyorum. Çünkü yüzde 99’u Müslüman ve bunun yüzde 50’sinin iktidar partisinin oy deposu olduğu bir ülkede sizin söyleminiz, eyleminiz, duruşunuz hatta suskunluğunuz bile o canavar devlet için meşruiyet zemini oluşturuyor. Aynaya bir de bu zaviyeden bakmayı ihmal etmeyin.
BEN HAKKIMI HELAL ETMEYECEĞİM
Evet, Başkan dost acı söyler. Keşke bunları “dünyada iken ve şimdi” yüzüne söyleyebilsem. “Dünyada iken” diyorum çekineceğim bir şey yok. Örneklerim var, gerekçelerim var, niyetim de alabildiğine halis. Dolayısıyla yapıcı eleştiri. “Şimdi” diyorum, çünkü yarın çok geç olabilir. Bir muhalif rüzgâr eser, devran döner, ülkemize hukuk, adalet, vicdan, insaf yeniden avdet ederse, o zaman göstereceğiniz pişmanlık bir fayda etmez. O zaman belki helallik pesinde koşarsınız. Sayıları yüz binleri bulan mağdurlar, masumlar, mazlumlar haklarını helal eder mi bilemem. Ben etmeyeceğim.
Sayın Başkan dünyada olmadı diyelim bu yüzleşmemiz; ahirette Allah’ın huzurunda bu yazımdan dolayı eğer davacı olursanız hesaplaşırız. Olmadınız diyelim, en azından emri bi’l maruf, nehy-i ani’l münker vazifemi yapmıştım Allah’ım derim.
O konuşmanızın sonunda insan vurgu yapan, dini, mezhebi, meşrebi kimliği ikinci sıraya alan yaklaşımınızın her cümlesine, her kelimesine, her hecesine ve her harfine imzamı koyuyorum. Ah aynalar! Siz ne zaman bize bizi göstereceksiniz!
(tr724)
Kimler ve neden Diyanet ve Başkanını neden itibarsızlaştırmak istesinler? Bir: itham edenlerin Başkan ve Diyanet’e düşmanlıkları vardır. İki: itham edilenlerin itham edenlere göre yanlışlıkları vardır.
Eğer düşmanlık söz konusu ise zaten yapacak bir şey yok. Düşmanlık seviyesine çıkmış bir anlaşmazlık savaş ile neticelenir. Demek ki ortada bir savaş var ve savaşta taraflar birbirini mağlup etmek için uğraşıyor. Böyle düşünür, böyle bakar ve sonucu beklersiniz. Yok, ikinci alternatif söz konusuysa o zaman bunun adı hedef alma, yıpratma, itibarsızlaştırma olmaz; tenkit olur, daha yaygın kullanımı ile eleştiri olur. Eleştirinin ise en az iki çeşidi vardır; yapıcı ve yıkıcı. Yapılanları yanlış bulup, daha iyi, daha güzel, daha doğruyu tavsiye babındaki eleştiriler, altları dolu ve alternatif önerilerle yapılıyorsa yapıcı kısmına girer, baş tacı yapılır. “Allah senden razı olsun, hiç bu zaviyeden bakmamıştım, teşekkür ederim” cümleleriyle karşılık bulur; ya da “Allah razı olsun ama sen bu eleştiriyi getirirken resmin tam karelerini görememişsin, bu zaviyeden bakış senin eleştirini doğrular ama bu faktör de devreye girince sanırım benim düşüncem ve eylemim daha doğru” gibi cümlelerle dostça müzakerelere girişilir. Yıkıcı eleştiriye gelince, esasta problem olmaması şartıyla usul ve üslup hatasıdır. Fakat onun bir tık ötesi düşmanlıkla neticelenir ve meseleyi yukarıda söylediğimiz savaş ortamına taşır. Bu açıdan eleştirilerde esas ne kadar önemli ise usul ve üslup da o kadar önemlidir.
Diyanet ve Başkan hakkında zaman zaman yazı yazan ve içeriden bir insan olarak şahsen ben, Başkan ve yetkililerin öteden bu yana söyledikleri söz konusu serzenişlerini hiç üzerime almıyorum. Almıyorum çünkü yazdıklarımı düşmanlık hisleri ile savaş kazanmak amacıyla değil yapıcı eleştiri kapsamı içinde görüyorum. Her bir cümlemi hesabını ahirette Allah’a hesap vereceğim şuuru içinde kaleme alıyor, tekrar tekrar okuyorum. Muhatap aldığım kişilerle yine dünyada yüz yüze veya ahirette Rabbimin huzurunda hesaplaşacağım gerçeğini hiç unutmuyorum. Dün yayınlanan ve aşağıda devamını okuyacağınız yazıda dile getirilen eleştiriler de bu kapsamdadır.
KARA PROPAGANDA MI GERÇEKTEN?
Farklı bir giriş dedim. Maksadım, eğer iyi ifade edebildiysem bundan ibarettir. Ne zamandır bunu kaleme almak istiyordum, Başkan’ın Süryani kiliselerinin Diyanet’e devri şayiası üzerinden söylediği “kara propaganda yapılıyor” cümlesi bunları yazamam vesile oldu.
Mülkiyeti gasp konusunda Görmez Başkan’ın yaptığı konuşmayı tahlil ederken “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” cümlesine gelmiştik. Doğru mu bu? Cins bir soru ile başlayayım; kime göre, neye göre? Allah ve Resulüne, literatürde nass dediğimiz Kur’an ayetleri, Peygamber hadisleri ve uygulamalarına göre ise, doğru. Bu naslardan hareketle ulemanın ortaya koymuş olduğu İslami ilke, prensip, kaide, kural, kanun, adına ne derseniz deyin teolojik, teorik ve hukuki değerlere göre ise doğru. Bu kaidelerin idarecisi ile idare edileni ile teker teker Müslümanlar tarafından hayata tatbiki kastediliyorsa, doğru değil. Bir önceki yazımda da dediğim gibi seçici tarih okumaları yapmayalım. Müslümanlık tarihinin sadece ve sadece altın dönemlerini nazara verip, diğerlerini es geçmeyelim.
Mesela bugün, Müslüman olduklarından kuşku duymadığımız insanların 15 yıldır başında bulunduğu AKP iktidarının yaptıklarına bakın. 15 Temmuz öncesi ve sonrasında cemaate yönelik operasyonlarda “2,099 Üniversite, lise, ortaokul, ilkokul ve öğrenci yurdu kapatılmıştır. Mülkiyeti vakıf veya derneklere ait olan binalara devlet tarafından el konulmuştur. Aynı şekilde yine cemaate mensup insanlar ait olan toplam 1.289 özel şirkete el konulmuş̧tur”. Şimdi Görmez Başkana kendisinin de şahit olduğu bu manzarayı yeniden hatırlatıp “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” tespitini izah etmesini istiyorum. Siyasal İslamcı, Muhafazakâr Müslüman diye kendini tanımlayan iktidarın sahipleri devletin meşru şiddet kullanma gücünü de arkasına alarak yaptıkları el koymanın dinimizdeki adı nedir? Gasp değil midir? Değilse bu eylemi nasıl tanımlıyorsunuz? Dilimizde kullandığımız “devletleştirme, kamulaştırma, el koyma” gibi kavramların yukarıda rakamlarını verdiğim manzara özelinde gasptan ne farkı vardır?
İSLAM REDDEDİYOR, PEKİ SİZ?
Görmez Başkan’ın bu bağlamda akıllarını ikna, vicdanları tatmin, gönülleri razı edecek ve yapılan tatbikatla hak verdirecek bir izahını olacağını sanmıyorum. Madem yok, o zaman gelin basit bir mantık yürüterek bazı ihtimalleri ortaya koyalım.
1-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama bizim ret ettiğimiz bir husus değildir.
2-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama Cemaat söz konusu olduğunda biz İslam’ın kaide ve kurallarını uygulamıyoruz.
3-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama cemaat düşmandır ve onunla savaş halindeyiz. Dolayısıyla savaş hukukunun kuralları geçerlidir. Savaşta mağlup ettiğin düşmanının malları ganimettir. Devletin el koyduğu bu okullar ve şirketler de gasp değil ganimet kategorisine girer.
Devam edebilirim ama yazıyı uzatmak istemiyorum ve Görmez Başkan’a tekrar soruyorum; bu üç alternatif içinde hangisini kabulleniyorsunuz? Siz cevabınızı düşünedurun ben cevap vereyim; her üçü de var Sayın Başkan. Delil mi istiyorsunuz? İstanbul Çamlıca’da Ali Kervancı’ya ait evin müftülük lojmanı yapılması. Mülk başkasına yani Ali Kervancı’ya ait. Devlet o malı uydurma gerekçelerle gasp ediyor, Diyanet’e veriyor, siz de müftülük lojmanı yapıyorsunuz. Tebessüm ediyorum Görmez Başkan bu satırları yazarken; sadece tebessüm ve içimden iyi ki ahiret var, hesap var, mizan var, kul hakkı var, hesaplaşma var, cennet var, cehennem var diyorum. Bu tebessümün içinde acı, üzüntü, keder, ıstırap, hüzün gizli. Siz anladınız onun ne demek olduğunu fakat anlamayanlar için kilit bir ipucu vereyim; tebessüm ahirete, haşre, mizana, hesaplaşmaya bakıyor; acı, üzüntü, keder, ıstırap ve hüzün ise dünyaya.
İSLAM DÜNYASININ YAŞADIĞI MEDENİYET KRİZİ BU
Sayın Başkan; müsaadeniz olursa size bir-iki noktayı hatırlatmak istiyorum.
Bir: Sizin de tanıdığınızı düşündüğüm bir arkadaşımın tespitiyle aktarayım: Cemaat sizin için “ötekileştirdiğiniz bir öteki” olmuş durumda. Bir taraftan Müslümanlar olarak itikadi zihniyetimizin, birlik-beraberlik, kardeşlik-dostluğumuzun en temel dinamiği olan ”ehl-i kıble tekfir edilemez” diyeceksiniz, öbür taraftan ceza hukuku değil savaş hukuku kurallarını bile aşan ölçüde Cemaate yapılan her türlü zulmü, işkenceyi, karakter suikastını, gasbı meşru gören bir suskunluk hatta daha da ötesi bütün bunlara cevaz veren bir tutum içinde bulunacaksınız. Bu bir iman sorunudur Görmez Başkan. Bu bir ahlak krizidir. Bu bugün itibariyle İslam dünyasının birçok yerinde gördüğümüz bir medeniyet krizidir. Aynaya bu zaviyeden bakmanızı acizane tavsiye ederim.
İki: En masum insanlar otorite karşısında şahsiyet ve karakter değişikliğine maruz kalabilir. Bir de kaybetmek istemedikleri statükoları varsa, “uydum kalabalığa” deyip her şeyini otoritenin eline teslim edebilir. Literatürde bunlara ”mankurt” deniliyor. Devlet otoritesi karşısında inandığı esasları, kuralları, kaideleri, ilkeleri, prensipleri bir kenara bırakarak şahsiyeti, kişiliği, karakteri hatta kimliğini kaybetmiş mankurtlar. Aynaya bu zaviyeden de bakmanızı acizane tavsiye ederim.
Üç: Mutlak otorite sizin de bildiğiniz ve inandığınız gibi İslam’da Allah’a aittir. Onun otoritesini eğer bir şahsa devrederseniz, ardından onun ağzından çıkan her şeyi emir kabul eder, “vardır bir bildiği” ve “vardır bir hikmeti” derseniz, ona muhalefeti ahlaksızlık, anarşi, isyan sayar ve Thomas Hobbes’in Leviathan’ını hortlatmış olursunuz. Nietzsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt: Herkes ve Hiç kimse için Bir Kitap’ adli eserinde dediği gibi, o şahsı veya o şahsın özelinde devleti soğuk mu soğuk, önüne her geleni ezen, parçalayan, yok eden bir canavar haline getirirsiniz. Ben bu zaviyeden bakınca sizin şu son 3-4 yılda oynamış olduğunuz rolün HSYK’dan, AYM’den, MİT’ten, Ordu’dan, Emniyet’ten ve sayısını bilmediğim bakanlıklardan daha önde olduğunu görüyorum. Çünkü yüzde 99’u Müslüman ve bunun yüzde 50’sinin iktidar partisinin oy deposu olduğu bir ülkede sizin söyleminiz, eyleminiz, duruşunuz hatta suskunluğunuz bile o canavar devlet için meşruiyet zemini oluşturuyor. Aynaya bir de bu zaviyeden bakmayı ihmal etmeyin.
BEN HAKKIMI HELAL ETMEYECEĞİM
Evet, Başkan dost acı söyler. Keşke bunları “dünyada iken ve şimdi” yüzüne söyleyebilsem. “Dünyada iken” diyorum çekineceğim bir şey yok. Örneklerim var, gerekçelerim var, niyetim de alabildiğine halis. Dolayısıyla yapıcı eleştiri. “Şimdi” diyorum, çünkü yarın çok geç olabilir. Bir muhalif rüzgâr eser, devran döner, ülkemize hukuk, adalet, vicdan, insaf yeniden avdet ederse, o zaman göstereceğiniz pişmanlık bir fayda etmez. O zaman belki helallik pesinde koşarsınız. Sayıları yüz binleri bulan mağdurlar, masumlar, mazlumlar haklarını helal eder mi bilemem. Ben etmeyeceğim.
Sayın Başkan dünyada olmadı diyelim bu yüzleşmemiz; ahirette Allah’ın huzurunda bu yazımdan dolayı eğer davacı olursanız hesaplaşırız. Olmadınız diyelim, en azından emri bi’l maruf, nehy-i ani’l münker vazifemi yapmıştım Allah’ım derim.
O konuşmanızın sonunda insan vurgu yapan, dini, mezhebi, meşrebi kimliği ikinci sıraya alan yaklaşımınızın her cümlesine, her kelimesine, her hecesine ve her harfine imzamı koyuyorum. Ah aynalar! Siz ne zaman bize bizi göstereceksiniz!
(tr724)