Ah Keşke O Gazetecileri Tanısaydınız…

AYŞE ALTUNKÖPRÜ yazdı…
Hz Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin Hazretleri, ne zaman eline bir bardak su alsa, hıçkırıklarla ağlamaya başlarmış. Kerbela’da ‘su’ diye inlerken bir yudum su verilmeden katledilen ehlibeyt gelirmiş aklına. O yüzden bardağın içine bir avuç toprak atar öyle içermiş. Şehit edilen Ehlibeyt erkeklerinden geriye, hasta yatağında olduğu için sadece o kalmıştır.

Tutuklu gazeteci arkadaşlarımı… Mesela Ayşenur’un nazenin ruhunu, Erdal’ın zeytin ağacı tutkusunu, Emre’nin şiirlerini, Bünyamin’in toplumsal bir haber için işportacılık yaptığını bilseniz keşke. Ah keşke, tanısaydınız onları…

Şimdilerde benzer bir duygu hakim…İçtiğimiz suyun tadı yok. Geride kalmanın verdiği garip bir mahcubiyet, suçluluk var içimizde. Atlatamadığımız bu travma, kara bir bulut gibi geziyor bizimle. Yüreğimizde ağır bir yükle dolaşıyoruz. Dört duvar içinde suçsuz yere yatan gazeteci arkadaşlarımız olduğunu bilmenin sancısı bu.
15 Temmuz gecesini, Atatürk Havalimanı’na çok yakın olan evimde geçirdim. Kaç kez atıldığını hatırlamadığım ses bombalarıyla inleyen camların sesi günlerce gitmedi kulağımdan. Sonraki bir ay her gece, bilinçaltıma işleyen bomba sesleriyle uyandım. “Rüya olsun bu yaşananlar” dedim her sabah. Fakat her geçen gün yevm-i beterdi.
En berbat günlerden biri de gazeteci arkadaşlarımızı kolları kelepçeli görmekti. Arka arkaya dizilmişler, sırayla kollarından tutan polisler eşliğinde gidiyorlardı. Ekrana bakıp kaldım öylece. İçim yandı, kulaklarım uğuldadı. O insanlara ne kadar da eğreti durmuştu kelepçeler. Kara bir mizah, birden sona erecek bir oyundu gibiydi. “Kestik” diye bağıracaktı sanki yönetmen.
Eli kelepçeli Büşra Erdal’ı gördüm ilkin. En etkilendiğim oydu galiba. Sabahları haber merkezinin toplantı odasına kıpır kıpır girişi geldi aklıma. Kabuğuna sığamazdı. O gelince havası değişirdi odanın, hem giydiği rengarenk elbiselerle bir canlılık gelirdi hem de bitmeyen enerjisi yansırdı hepimize. Muhabirliğimin ilk yıllarında birçok hukuk terimini ondan öğrenmiştim. Başarılı bir kadın muhabir olarak örnekti hepimize. Dobraydı, düşündüğünü ve doğru bildiğini söylerdi karşısındakine. O yüzden hedef haline geldi zaten. Eli kelepçeli götürürlerken yüzündeki hayalkırıklığı ve gözlerinin sönen feri, mücadele ettiği güzel bir ülke idealinin küllerine ağıttı sanki.
Sonra eli kelepçeli Erkan Acar’ın fotoğrafı düştü ekranıma. Acı bir tebessüm vardı sanki dudağında. “Ne bitmez bir kısır döngüdür bu” diyordu belki içinden Türkiye tarihini çok iyi bilen bir gazeteci olarak. Gazeteciliğin ilkelerini, zorluklarını ve ne olursa olsun bu mesleğin bir aşk olduğunu öğretmişti bize. Haber refleksi inanılmaz yüksek olan özel biridir. Haber koordinatörlüğünün hakkını köküne kadar verip magazin dergilerinden bile birinci sayfalık haberler bulurdu. Gazeteciler içinde de ‘haberi görmek’ ayrı bir yetenektir. Erkan abi haberin kokusunu uzaklardan alırdı. Bir muhabirden birinin numarasını ya da bir konu hakkında bilgi istediyse kesinlikle orada bir haber olduğunu bilirdik ve yanılmazdık. Tanıyanlar muzip yönünü çok iyi bilir. Şarkı sözlerini ve tekerlemelerini gündeme göre değiştirmesiyle güldürürdü hepimizi. Bir gün karşı masamdaki arkadaşın alnındaki kırmızı noktanın ne olduğunu anlamaya çalışırken, arka taraftan Erkan abinin lazer tuttuğunu görünce gülme krizine girmiştik. O sadece amir değildi. Hem arkadaş hem gerçek bir ağabeydi. Bir defasında şimdi kendisi gibi tutuklu olan Cihan Acar için “Çok temiz çok iyi çocuktur Cihan. Hayırlısıyla evlendirsek” demişti sanki babası gibi. Koluna girmiş götüren polisler onu tanısaydı, kimbilir nasıl utanırlardı.
Diğerleri farklı mı sanki.. Mesela bir bilge adam Mehmet Özdemir. Sadece kibarlığından ve beyefendiliğinden bahsetsek bir kitap çıkar sanırım. Gazetede kime iyiliği dokunmamıştır ki onun.. Kime yardım etmemiştir.. Kim bir haberle ilgili başı sıkışsa soluğu yanında alırdı. Haber konusu, haber detayı, haber etiği, nasıl yazılır, hangi üslupla yazılır, yazıdaki gereksiz bağlaçlara kadar tek tek ilgilenir yol gösterirdi. Gazetecilikte zorlanan arkadaşlara verdiği moralle bir çoğunu ümitsizlikten çekip çıkarmıştır. Eşi Şemsinur hanım başka bir deryadır. Hani bazı insanların ruhu çekilmiştir, mekanik yaşar hayatı. Fakat bu örnek çiftte önce ruhu görürsünüz. Merhameti, yardımseverliği, makam ve paranın kıymetsizliğini yaşayışlarıyla anlatırlardı. Birinin hakkına girmekten ödü kopan, kul hakkından tir tir titreyen ve bugünlerde bulunmayan ‘insanlık’ sahibi bu çiftten ne çok şey öğrendim. Şimdi geride bıraktığı üç küçük yavru, unutmamak için annesinden babasının hikayelerini dinliyorlar hergün. Çünkü o gerçek bir gizli kahraman.
Sadece bunlar mı diğer tutuklu gazetecilerden -şimdi şükür dışarda- Ali Akkuş’un Sebahattin Ali tutkusunu, Cemal Kalyoncu’nun yaptığı röportajlarla gündemi değiştiren adam değilmiş gibi mütevazılığıyla usul usul metrobüse binişini, Bayram Kaya’nın ‘insanlık mı haber mi’ ayrımında hep insanlığı tercih eden harika bir gazeteci olduğunu, Ayşenur Parıldak’ın nazenin ruhunu, Yakup Çetin’in tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği gazetecilik azmini, Erdal Şen’in zeytin ağacı tutkusunu, Fevzi Yazıcı’nın mükemmel tasarım zekasını, Emre Soncan’ın şiirlerini, Bünyamin Köseli’nin toplumsal bir haber için işportacılık yaptığını bilseniz keşke. Ah keşke tanısaydınız onları.. Hikayelerini kendilerinden dinlemiş ya da onlarla çalışmış olsaydınız, şimdi her biri yürek yangınınız olurdu. Düşündükçe sevdiklerinden bir hiç uğruna ayrı olduklarını, içinizdeki o garip mahcubiyet ve suçluluk duygusu bırakmazdı peşinizi.. Doya doya sarılamazdınız eşinize, çocuğunuza..
Onlar ve diğer tutuklu tüm gazeteciler sadece görevlerini yaptılar. Onların ellerine vurulan kelepçeler Türkiye’nin hür iradesine vuruldu. Ama ne acıdır ki; bîçare hakikatIar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz oIdu..
İnanıyoruz ki onlar birgün hapishaneden onurlarıyla başları dik çıkacaklar. Çocuklarına, torunlarına anlatacakları şerefli bir hikayeleri olacak. Ya bu zulme alkış tutup müsaade edenler?


Kaynak: http://www.kronos.news/tr/o-kelepceler-gazetecilerin-bileklerine-vurulmadi/