General, ziyaret için geldiği cezaevinde pencereden mahkumlara bakarken müdürü tembihler: “Bak, bu Abdullah katilden de, eşkiyadan da daha tehlikelidir. Hep gözaltında tutmalısın!”
Yıkılsın Kahire, yıkılsın! Acaba Minyeli annenin feryadı, Kahire hapishanesindeki Abdullah’la birlikte İstanbul’daki Abdullahlara da ulaşmış mıdır? Abdullahları, çocukları, kadınları, anneleri üzmeyin, ahlarını almayın, olmaz mı?
Hekimoğlu İsmail’in kült romanından aynı adla sinemaya uyarlanan Minyeli Abdullah’ın bir sonraki sahnesinde niyet biraz daha ifşa edilir. Telefonun diğer ucunda, daha yukarılardan gelen bir ses valiyi fırçalar ve emirler yağdırır:
– Vali, vali! Suçlular itiraf etmez, itiraf ettirilir. Bize ille de hakiki suçlu değil, asabileceğimiz bir adam lazım.
Nasıl, tanıdık geldi mi? 1950’ler Mısır’ı nere, 2017 Türkiye’si nere, değil mi?
Minyeli Abdullah bütün tezgâhın farkındadır. “Her musibet ve her saadet imtihandır” tevekkülüyle karşılar olanları. Fakat yapılan haksızlıklar cezaevinin adi suçlardan hüküm giymiş sakinlerini bile isyan ettirir. “Ulan adalet neredesin?” isyanı yankılanır gri duvarlar arasında. Avam bilgeliği devreye girer bu sefer, “Nerede olacak, adalet Kral Faruk’un koynunda!”
1990 yılının Ocak ayında vizyona girer film. Bülent Oran’ın kotarmaya çalıştığı kurgu ve senaryo, Yücel Çakmaklı’nın kariyerinin sonlarına doğru ortaya koyduğu iyi niyetli çaba, filmi İslami sos katılmış bir Yeşilçam melodramından öteye geçiremez belki. O günün koşullarında 400 binden fazla seyirciye ulaşsa da, bu sadece yapımcısı Mehmet Tanrısever’i Karagümrük’te bir sinema sahibi yapar. Bir de serinin devamı için cesaretlendirir, kesenin ağzını açmaya heveslendirir.
Hekimoğlu İsmail tarafından 1967 yılında yazılan ve baskı rekorları kıran roman ve film biraz da “Mısır sana söylüyorum, Türkiye sen anla” demek içindir. Solcu Berhan Şimşek’e, sevimli beyaz sakallarıyla Agah Hün’e, güçlü ve davudi sesiyle Haluk Kurtoğlu’na, Bediüzzaman’ın risalelerinden pasajlar okutsa da filmin alıcısı daha yeni yeni palazlanmaya başlayan siyasal İslamcı taban olur.
İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığının bile uzak ihtimal olduğu yıllarda İngiliz mandasının kuklası Kral Faruk’a karşı İhvan sempatizanı Abdullah’ın hikâyesi, iktidara yürüyen Milli Görüş çizgisinin propoganda malzemesi olur.
Fakat geriye doğru bakınca insan düşünmeden de edemiyor; ‘Romana satış rekorları kırdıran, filmine müthiş bir gişe yaptıran sağ muhafazar kesim acaba Abdullah’a ağlarken, Kral Faruk’un yöntemlerini mi hıfzetti gizliden gizliye’ diye.
Yoksa Kral Faruk’un yöntemleriyle bugünkü iktidarın uygulamaları bu kadar örtüşmezdi. Şöyle ki;
Minye Valisi askeri ve mülki erkanı toplamış konuşuyor:
“Kral Faruk hazretleri ortamın denetlenebilmesi ve kargaşalığın önüne geçilebilmesi için bir korku ve baskı havası istiyor. Suçluları bulamasak bile suçlu yaratmak mecburiyetindeyiz.”
Minye Valisi’nin odasında yukarıdan gelen bu emirler tartışılırken ilk ulak yetişiyor. ‘Çok önemli, söyleyeceklerim var’ sözü üzerine toplantıdaki vali çıkıyor. İspiyoncu komşu sanki konuşulanları duymuş gibi o suçluyu işaret ediyor.
– Abdullah, Minyeli Abdullah… Bir komşum var, evinde sık sık ayin yapıyor. Bu gece de toplandılar…
Çayların servis edildiği, kitapların okunduğu eve “bir gece ansızın” çizmeleriyle kralın askerleri giriyor. “Güneş doğmasa hepimiz telaşa düşerdik, rüzgâr biraz hızlı esse hepimizi kağıt parçası gibi dağıtırdı” tadındaki tabiat vaazının sükunetli sesini generalin sert emri kesiyor:
– Kimse kıpırdamasın, eller yukarı!
Dolaplardan, evin kızının çeyiz sandığına kadar, herşey altüst ediliyor. Kitaplar seçilip suç delili olarak karakola götürülüyor Minyeli Abdullah’la birlikte.
Vali gidiyor, general geliyor. Artan zamanlarda işkence üstüne işkence. İstedikleri tek şey var:
– ‘İtiraf et! İtiraf edersen yardımcı olurum, hatta serbest bile bırakabilirim. Çünkü herşey elimde’ diyor şehrin önde gelenleri.
Abdullah ne derse desin, hiçbir önemi yok.
-İyi konuşuyorsun ama benim istediğim cevap başka.
Evde kitap okuyan, iman hakikatlerinden söz eden, çay içen mahalle sakinleriyle sohbet eden Abdullah’a soruyorlar.
– Hedefiniz ne? Hükümet mi, Kral Faruk mu?
Abdullah zavallı, Abdullah çaresiz. Zaten Abdullah kim ki…
“Karşıma bir hayvan çıksaydı, bir kaplan, bir sırtlan belki açlığını gidermek için beni yerdi. Ama ne döverdi, ne söverdi, ne de inançlarımla alay ederdi,” diye sitem edebiliyor sadece.
Ama cezaevi ve karakol bir cehennem. Bu cehenneme düşen suçsuzsa şayet, başka bir numara vardır.
Oysa Abdullah’ın bambaşka hayalleri var. Dört yaşında kaybettiği babasının yokluğunu aratmayacak, okuyacak ve annesinin istediği gibi fesli başının altına bir kıravat takarak memur olacak.
Ama daha lisede, yaşı biraz geçkin tarih hocasının ‘ahlaksız teklifine’ olumlu cevap vermediği için kendini önce Minye, sonra da Kahire sokaklarında garsonluk, hamallık yaparken bulur.
Bir süre dirense de, Nil’in insana uzaklaşma, gitme, kurtulma duygusu veren çağrısına bigane kalamaz.
İşçi olarak girdiği matbaada musahhih olarak devam eder. O günlerin popüler dergisi ve Müslüman Kardeşlerin sesi Fecr-i Sadık’da muharrir Sabri Sadık’ın mantık hatasını bulunca hayatı değişir.
Artık o, çölde yetişmiş bir çiçektir. İyi adam olacaktır, etrafına huzur verecektir.
Fakat Kral’ın adamları önüne başka bir tercih koyar: Yeri hapishane, cezası idamdır!
Sonra ne mi olur?
Minyeli Abdullah işkence ve tecritlerle cezasınının infazını beklerken konu komşu geride bıraktıklarından uzaklaşır. Biraz vicdanı olan komşuları kapı aralığından yemek bırakır. “Sık sık gelemiyoruz, malum ya…”
Abdullah’ın gençlik aşkı ve iki çocuğunun annesi yapayalnızdır. Kayınvalidesine dert yanar:
– Şu yemeği bize vermek suç mu anne, biz kime ne yaptık? Bizden neden cüzamlı gibi kaçıyorlar?
Bu, böyledir! Sevde’nin öz anne babası bile uğramaz olmuştur. Kahire’den çaresizce Minye’ye döndüklerinde konuşmak için boşanmayı şart koşarlar. Annesi kızıyla ahırda görüşür.
Her gün evinin kapısını aşındıran, çaylarla yemeklerle ikramda bulundukları komşularının ayağı kesilmiştir. Selam bile vermeye korkar olmuştur.
Abdullah’ın başkalarına yaptığı iyilikleri ona, ailesine, çocuklarına yapan yoktur.
Şarkta böyledir! Kral’ın adamlarının parmağını doğrulttuğu insanların yüzüne bakılmaz. Suçu ne olursa olsun vabalı muamelesi görür. Ceza peşin kesilir.
Telefon rehberlerinden silinir, sosyal medya hesaplarından ayıklanır. Asansörde koridorda göz kaçırılır. Dostlar uzaklaşır, akrabalar selamı sabahı keser. Kimse iş vermez, borç vermez. Binbir emekle kazanılan itimat ve konum yerle bir olur.
Bütün geçmişi bilinen komşu, dost, akraba, arkadaş haklarında hiçbirşey bilinmeyen, hatta kötü bilinen Kahire’nin diktatörü ve Minye’deki uşaklarına tercih edilir.
Hain yaftası, ülkenin kalbine hançer saplıyorlar safsatası binlerce kere tekrarlanınca İstanbul’dan Ankara’ya herkes sağır olur.
Kendin olmak zordur. Muhalif olmak ise Kral Faruk’un saltanatını sallayan en büyük evhamdır.
Filmle hayat iç içedir. Büyük başlar konuşur, taşranın celladı karar verir.
“Akşam yemeğinde çalan telefona yürüyen babacan hâkime emir kesindir: Senin ve benim gibi önemli mevkilerde olanlar memleket menfaatine esnek davranmak zorundalar. Ben yukarının emirlerini telkin eden basit bir elçiyim. Abdullah’ın idamı gelecekteki hadiseleri önleyecek bir örnek teşkil edecektir. Ki ayrıca, sizin terfiniz için de bu karar mühimdir.”
Sofraya dönen yaşlı hakim iki kızına bakar, “Şu iki evlat olmasa bugün istifa ederdim,” der.
Ama “Ötelerden gelen bir karar vardır” ve bellidir. Abdullah’ın idam kararı telefonun öbür ucundan silsile ile tebliğ edilmiştir.
Fakat Mısır’ın vicdanı Abdullah’ın annesinin feryadında Nil’den Sina’ya yankılanır.
– Yıkılsın Kahire, yıkılsın!
…..
Acaba Minyeli annenin feryadı Kahire hapishanesindeki Abdullah’la birlikte İstanbul’daki Abdullahlara da ulaşmış mıdır?
Ya Hindistan’da, Ganj kıyısındaki Abdullah duymuş mudur, bu kadar merhametli ve insan olurken?
Başka bir Hint melodramında başka bir Abdullah vardır 1980 yapımı filmde. Doğum yaparken can verdiği ölüm döşeğinde Hindu bir kadın, çocuğunu Abdullah’a emanet eder.
Çocuk büyürken dedikodu, vesvese ve fitneler de büyür. “Abdullah sen Müslüman adamsın. Bak bu çocuk sana emanet olabilir ama neden Hindu olarak yetiştiriyorsun. Neden onu Müslüman gibi büyütmüyorsun?
O da kendi gibi olmanın, yaygın kanaatlere muhalefet etmenin örneğini verir.
– Ne o Abdullah bir Hindu çocuğunu evinde mi tutacaksın sen, diyen arkadaşına cevap verir.
– Neden? Hindular insan değil mi?
Küçük çocuğu bir Müslüman gibi yetiştirmesini öğütleyen arkadaşı Ahmet’e Abdullah unutamayacağı bir cevap verir.
– Onu anası bana emanet etti Ahmet. Ben emanete ihanet edemem.
Devam eder…
– Ölen ve çocuğunu bana emanet eden kişi bir kadın değil bir anneydi. Bir kadının dini olabilir ama bir ananın dini yoktur. Çünkü analık başlıbaşına bir dindir. Ve cennet annelerin ayakları altındadır.
Batı’nın ‘ilmini ve tekniğini’ alalım diyerek evrensel insan haklarına, etik değerlere ve özgürlüklere pencerelerini kapatan siyasal İslamcılar keşke Doğu’nun hikmetli öykülerine kapılarını aralasa.
“Müslüman teröristtir, terörist de müslümandır. Müslüman karşındaki insanın korktuğu insandır” diyen nasipsiz şairler Doğu’nun hikmet pınarından birkaç damla içebilse.
Hint filmlerinde, Mısır kıssalarında altı kalınca çizilen “Anne ahı alma!” öğüdüne kulak verebilse.
Gönül seferleri için sefere çıkacak leventler, yiğitler kalmazsa Kasımpaşa tersaneleri mesailerini saltanat kayıkları için de harcayabilirler. Tercih…
Kabul etmeli ki, iktidarların devamı için doğumhane kapılarında genç annelere gözaltı nöbeti tutmak onurlu bir mazi değil. Yüzlerce çocuğu, binlerce anneyi kışlar, baharlar gelip geçtiğini görmeden dört duvar arasına hapsetmek de…
Abdullahları, çocukları, kadınları, anneleri üzmeyin, ahlarını almayın, olmaz mı?
Ve… İşinin ve aşının peşinde bir koluyla onur mücadelesi veren Veli’nin annesine dokunmayın.
Kaynak: http://www.kronos.news/tr/minyeli-abdullah-suc-ve-veba/