EMİNE EROĞLU
Ali Bulaç Temmuz 2012’de, Zaman’daki köşesinden yeni bir tartışmanın işaret fişeğini ateşlemiş, farklı gazete ve dergilerden pek çok yazar bu tartışmaya dahil olmuştu. Konu ‘İslamcılık’tı. Söz konusu tartışmada Mümtaz’er Türköne, söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize olmuş, dinin manevî, irfanî ve ahlakî boyutuna bigâne kalmış “İslamcılık” ideolojisinin iflas ettiği tespitinden hareketle, “İslamcı sıfatını şerefle taşımaya devam eden bir tek Ali Bulaç kaldı,” demişti.
Ali Bulaç’ın farkı, üçüncü nesil İslamcıların iktidarı ele geçirdikten sonra yaşadıkları kokuşma sürecinden kendini uzak tutabilmiş olmasından ibaret değil. O baştan beri davasının çilesini çeken ‘ulema-aydın’ profiline yakındı.
Ali Bulaç, “Son Mohikan reisi misali tek başına kalmış değilim,” diye cevap vermişti bu tespite ve “Bunlar müzelik isimler değil, devlet aydını olmadılar, stratejik hokkabazlıklarla da uğraşmıyorlar. Yol gösteren yıldızlar.” diyerek birtakım “İslamcı aydınlar”ın isimlerini sıralamıştı.
Bulaç’ın o yazısında verdiği isimlerin istisnasız tamamı bugün “devlet aydını ve stratejik hokkabazlıklarla uğraşıyorlar.” Bulaç’sa aylardır hapiste.
DAVA ÇİLESİ ÇEKEN ULEMA-AYDIN
Stratejik hokkabazların her şeyin önüne geçirdiği kavram “politik öncelik” olduğu için ortak geçmişin, dava arkadaşlığının, dostluğun hiçbir hükmü yok. Bulaç’ın tutukluluğu karşısında kendi ifadeleri ile “yürek soğutuyorlar.” Yani Türköne haklı çıktı. Bulaç ideolojisinden vazgeçmedi ise –ki vazgeçeceğini sanmıyorum– “son Mohikan reisi.”
Kanaatimce Bulaç’ın farkı, üçüncü nesil İslamcıların iktidarı ele geçirdikten sonra yaşadıkları kokuşma sürecinden kendini uzak tutabilmiş olmasından ibaret değil. O, baştan beri birinci nesil İslamcılara, vardığı nokta itibariyle de daha çok Akif’e, Muhammet İkbal’e, Seyyid Kutup’a yakındı. Yani âlem-i İslam’ın derdiyle dertlenen, davasının ağır çilelerini çeken ‘ulema-aydın’ profiline… İkbal’in ıstırabına, Akif’in sürgününe, Seyyid Kutup’un zindanına…
Kimden söz ediyorum?
Yayımlanmış 24 kitabından ve Kur’an mealinden sonra günde dört beş saat uyuyarak ve on yıl üzerinde çalışarak yedi ciltlik Kur’an tefsiri yazan bir âlimden. Razi, Kurtubi, Seyyid Kutup, Elmalılı ve diğer esas aldığı müfessirleri hocaları gibi kabul eden, kendini onların halkasında bir öğrenciymiş gibi düşünen, fakat bir hocadan değil bütün bu hocalardan ders alarak tefsirler yapan bir müfessirden.
Nâzım Hikmet’ten Turgut Uyar’a, Tagore’dan T. S. Eliot’a, Fuzuli’den Nizami’ye, Ömer Hayyam’dan Feraznak’a kadar “büyük şairler”den beslenen bir üslup ustasından.
O, daha Mardin İmam-Hatip’te Çetin Altan’ın yazılarını ilgiyle takip ettiği, Akşam gazetesi okuduğu için arkadaşları tarafından dövülen biri.
Dünya görüşünün teşekkülünde Mardin’in etnik, kültür ve dini yapısındaki çeşitliliğin büyük bir payı var. Birlikte yaşamanın ve kültürler arası diyaloğun en önemli kaynaklarından olan Medine Vesikası’na sürekli atıf yapmasının da…
“Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Süryaniler, Yezidiler, hatta Macar aileler vardı. Gözünüzü açıyorsunuz, bir yerde cami, bir yerde kilise.” diye anlatıyordu “Mardin-İstanbul Hattında Bir Düşünce Adamı” başlığı ile verilen röportajda: “Sekiz yıl Süryani bir aileyle komşuluk yaptık. Her Süryani evinde seccade ve ibrik bulunur. Onların oruç günlerinde göz önünde et ve yumurta yemememiz için annem bizi uyarırdı. Onlar da Ramazan’da aynı saygıyı gösterirlerdi. Çarşıda pazarda iç içelik. İslam hoşgörüsünün yerleştiği kentsel bir yapıdır. Mardin kültüründe haremlik-selamlık yoktur, buna İstanbul’da tanık oldum.”
Yüksek İslam Enstitüsü’ne giderken en büyük hayali Enstitü’de kalmak. Kürsü başkanı olan hocası söz veriyor ama sözünde durmuyor.
“Bir gün ‘Ali sen Tokatlı değil miydin?’ diye soruyor. “Hayır Hocam, Mardinliyim” cevabını alınca “Yapma ya!” dedikten sonra bir daha hiç konuşmuyor Bulaç’la. “İlk kez insanların ayrımcılığa maruz kaldığını derin şekilde hissettim. Hiç unutamam.” diye anlatıyor Bulaç yaşadığı hayal kırıklığını.
CEMİL MERİÇ’E KİTAP OKUDU
Sonrasında sosyoloji okuyor. Üniversite döneminde Nurettin Topçu ve Hareket Dergisi çevresinde yer alıyor. Cemil Meriç’e kitap okuyan öğrenciler arasında. 12 Eylül askeri darbesi Bulaç’ın hayatını da derinden etkiliyor. 1982’de Düşünce Yayınevi’ni basan polis tarafından gözaltına alınıyor arkadaşlarıyla birlikte. 29 gün Gayrettepe Emniyeti’nde kalıyor, oradan da yolu Selimiye Kışlası’na ve Kartal-Maltepe Cezaevi’ne düşüyor.
1984 yılında İnsan Yayınları’nı kuran ekipte yer alıyor. 1985 ve 1992 yılları arasında Kitap Dergisi’ni çıkarıyor. Ardından birinci dönem ve ikinci dönem Zaman gazetesi yazarlığı. Onlarca kitap…
Kişiler ve olaylar üzerinden değil, kavramlar ve olgularla düşünebilen, bilgiyi yorumlayıp hayatla bütünleştirmeye çalışan, konuşurken ve yazarken kaybedeceği şeylerin hesabını yapmayan, ikbal ve mevki gayreti içinde iktidarın hizmetlisi olmayan, kalemini satmayan, ödünç de vermeyen çok az sayıdaki entelektüelden biri o.
Bu yönleriyle, şablonlar içinde düşünen akademisyenlerden ve ikinci el bilgilerle zulmün ideolojik avukatlığını yapan köşe yazarlarından ayrılıyor. Susarak ya da küserek sıra savmaya çalışan kanaat önderlerinden ve zulmü lanetlese de kendinden olmadığı için mazlumun yanında duramayan aydınlardan da…
BİLDİKLERİNİ KORKUSUZCA YAZIP SÖYLEDİ
Yirminci yüzyılın başlarında aydınlar hakkında ilk kapsamlı eleştiriyi yapan Julien Benda Aydınların İhaneti isimli kitabında, çok doğru bir tespitle aydınların hakikat duygusunun artık zayıfladığını söyler. “Onlar, şimdilerde siyasi ihtirasların güdümündedirler. İktidarın muhalif görünen sözcüleridir. Esasen kendi gruplarının çıkarlarını kollamak adına da sonsuz bir kin ve nefret duyarlar.” der Benda. Onun tanımına göre gerçek aydınlar kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar. Bu yüzden de sayıları çok olamaz, gelişimleri belli bir rutine bağlı olamaz.
Bulaç, iktidarı cahiliye dönemi adetlerini diriltmekle suçlar, bütün tehdit ve vaatlere rağmen Zaman‘da yazmaya devam ederken başına gelebileceklerin farkındaydı. Zira iktidara gelerek telef olan İslamcıların cemaziyelevvelini en iyi o biliyordu. Ergenekon davaları görülürken henüz “Yeşil Ergenekon”a dokunulmadığını söyleyen oydu. Akepe’nin bir proje parti olduğunu tanıklığıyla tasdik eden de… Hepsinden önemlisi bildiklerini eğip bükmeden korkusuzca yazıp söyleyen de… Açıkça İslamcı entelektüellerin hepsini devletleştirdiği için Akepe’nin Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket olduğunu söylemişti. Daha ötesi mi var?
Bir gün, 12 Eylül döneminde, Gayrettepe Emniyetinde “Kemikkıran” lakaplı bir polis herkesi döverken duvar dibine çekilmiş, düşük yaptığı için inleyen bir hamile kadını anlatmıştı. “Suçun ne?” diye sorduğunda, “Abi, benim beyim solcuymuş onu arıyorlar, sen yerini biliyorsun diye bana işkence yapıyorlar,” diye cevap veren o kadının halinden ne kadar etkilendiğini…
Şimdi aynı çile kendisine reva görülen binlerce kadın var ve Ali Bulaç hâlâ ezilenlerle aynı safta.
Herkes bilir ki, bileklerine tersinden takılan kelepçe bir âlime ar değildir.
Üçüncü nesil İslamcılar tarihin çöplüğüne atılırken umulur ki –ne pahasına olursa olsun– fikrin namusunu koruyan o âlimin tefsiri okunmaya devam etsin.