[Abdülhamit Bilici]
Fas’dan Endonezya’ya Yemen’den Türkiye’ye Müslüman toplumların önündeki soru basit: Hürriyet mi istiyorsunuz, istibdat mı? Özgürlük mü istiyorsunuz yoksa otoriter rejimler mi?
Yıllardır Avrupa’da yaşan Türklerin, ülkeyi demokratik açıdan geri götüreceği kesin olan son referandumdaki tercihi Avrupalıları çok şaşırttı. Avrupa’da demokrasi içinde yaşayıp nimetlerinden faydalanan insanlar, Türkiye için tek adam rejimine destek veriyorlardı. Türkiye’de yaşayan dindarların büyük çopunluğunun tercihi de aynı yönde olmadı mı?
Muhafazakar, dindar insanlar niye daha fazla özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi değil de otoriterliği, tek adam rejimini seçiyordu? İslam ülkelerinin kahir ekseriyetinin otoriter rejimler tarafından yönetiliyor olması da bu eğilimi doğrulamıyor mu? Eğer böyle ise bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin, toplumlara rağmen dış güçlerin yardımıyla zorla dayatıldığı tezi boşa çıkıyordu. Belki de çoğunluğu muhafazakar ve dindarların oluşturduğu toplumlar, demokrasi ve özgürlükten çok, güçlü liderler görmek istiyordu. Din adamlarının sıkça dile getirdiği, baştaki lidere itaati emreden, muhalifleri hain gibi gösteren yaklaşımlarının da bu sonuçta payı yok mudur?
“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsız yaşayamam”
Bu açıdan bakıldığında Türkiye dahil İslam coğrafyasındaki dindarların, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsız yaşayamam” diyen demokrat zihniyetli alim ve fikir adamı Bediüzzaman Said Nursi’yi tanımaması önemli bir kayıp. Çünkü özgürlüğe bu kadar güçlü vurgu yapan Müslüman kanaat önderi fazla değil. Çoğunun gündeminde, gücün ele geçirilmesi var. Ele geçirildikten sonra nasıl kullanılacağına dair kafa yoran pek yok. Özgürlüğe vurgu yapanlar da yönetenler karşısında özgürlükten ziyade düşmandan özgür olmayı, işgal altında olmamayı kastediyor.
Bediüzzaman’ın farkı şu ki, çoğu dindarın ve bu sıralar fanatik Erdoğancıların nerdeyse kutsadığı Sultan Abdülhamid’e, sırf istibdadı ve otoriterliği yüzünden karşı çıkmıştı. Abdülhamid’in dindarlığını biliyor, bu yönüyle iftihar ediyor ama dindar diye otoriterliğine sessiz kalmıyordu. Hatta Bediüzzaman daha ileri giderek, bugünkü şekliyle hukuk ve demokrasi mücadelesinin Osmanlı’daki adı olan Meşrutiyeti destekliyordu. Gerçek manada dindar ve samimi olarak hürriyet, özgürlük taraftarı.
Otoriterliğe kılıf üreten baskıcı bir din anlayışı yerine Bediüzzaman’ın akla ve özgürlüğe vurgu yapan, suçu hep başkalarında arama kolaylığı yerine kendi yanlışlarıyla yüzleşmekten çekinmeyen yaklaşımı öne çıkmış olsaydı belki de İslam dünyası bu kadar geri kalmazdı. İslam medeniyeti, bir zamanlar Batı’da rönesansın doğuşuna ilham veren fikir ve bilim zenginliğini kaybetmezdi. Müslüman toplumlar, ilericiler ve gericiler diye ikiye bölünmezdi.
Gülen’i de anlamadılar
Maalesef Bediüzzaman’ı anlayamayanlar, dindarların ufkunu dünyaya açan, onları Türkiye’de ve dünyada kolejler/üniversiteler açmaya teşvik eden, terörün her türünü reddeden, farklı kültürlerle diyaloğa öncülük eden Fethullah Gülen Hocaefendi’yi de anlamadılar. Anlamadıkları gibi, bir de en korkunç yalan ve iftiralarla toplumun ondan nefret etmesi için seferberlik başlattılar. Bir iki okulun açılmasına öncülük edenlere plaketler verilirken, binlerce eğitim kurumunun açılmasını teşvik eden insana teşekkür etmek bir yana ‘terörist’ yaftası vurdular. Yaşadığı dönemde Bediüzzaman’ı milletin gözünde küçük düşürüp karalamak için ne yapıldıysa kat kat fazlası Hocaefendi için yapıldı, yapılıyor.
Kapattığı medya kurumları, hapse attığı gazeteciler, siyasetçiler, mallarına el koyduğu işadamları, üniversiteden attığı akademisyenler, hapsettiği hakim/savcılar gözönüne alınırsa otoriterlikte Abdülhamid’e rahmet okutan Erdoğan’a Nurcuların verdiği destek (Yeni Asyacılar hariç), Bediüzzaman’ın hürriyetçi çizgisinin en yakınındakiler tarafından bile yeterince anlaşılmadığının göstergesi değil mi?
Bilim ile dinin, akıl ile kalbin, dünya ile ahiretin, Allaha ve idarecilere itaat ile özgürlüğün doğru sentezini yapmaya yardımcı olacak fikir öncülerine sırtını dönmenin elbette bedeli ağır oluyor. Bir süredir diktatörlük, cehalet, fakirlik, zulüm, yobazlık ve terör kıskacındaki İslam dünyasının ve Türkiye’nin içler acısı hali ortada. İçeriği ister laik ister dini olsun, Müslüman toplumlar özgürlük yerine otoriterliği tercih ettikçe bu bataktan çıkmak, medeni dünyaya yetişmek mümkün görünmüyor.
Yıllardır Avrupa’da yaşan Türklerin, ülkeyi demokratik açıdan geri götüreceği kesin olan son referandumdaki tercihi Avrupalıları çok şaşırttı. Avrupa’da demokrasi içinde yaşayıp nimetlerinden faydalanan insanlar, Türkiye için tek adam rejimine destek veriyorlardı. Türkiye’de yaşayan dindarların büyük çopunluğunun tercihi de aynı yönde olmadı mı?
Muhafazakar, dindar insanlar niye daha fazla özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi değil de otoriterliği, tek adam rejimini seçiyordu? İslam ülkelerinin kahir ekseriyetinin otoriter rejimler tarafından yönetiliyor olması da bu eğilimi doğrulamıyor mu? Eğer böyle ise bu ülkelerdeki otoriter rejimlerin, toplumlara rağmen dış güçlerin yardımıyla zorla dayatıldığı tezi boşa çıkıyordu. Belki de çoğunluğu muhafazakar ve dindarların oluşturduğu toplumlar, demokrasi ve özgürlükten çok, güçlü liderler görmek istiyordu. Din adamlarının sıkça dile getirdiği, baştaki lidere itaati emreden, muhalifleri hain gibi gösteren yaklaşımlarının da bu sonuçta payı yok mudur?
“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsız yaşayamam”
Bu açıdan bakıldığında Türkiye dahil İslam coğrafyasındaki dindarların, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsız yaşayamam” diyen demokrat zihniyetli alim ve fikir adamı Bediüzzaman Said Nursi’yi tanımaması önemli bir kayıp. Çünkü özgürlüğe bu kadar güçlü vurgu yapan Müslüman kanaat önderi fazla değil. Çoğunun gündeminde, gücün ele geçirilmesi var. Ele geçirildikten sonra nasıl kullanılacağına dair kafa yoran pek yok. Özgürlüğe vurgu yapanlar da yönetenler karşısında özgürlükten ziyade düşmandan özgür olmayı, işgal altında olmamayı kastediyor.
Bediüzzaman’ın farkı şu ki, çoğu dindarın ve bu sıralar fanatik Erdoğancıların nerdeyse kutsadığı Sultan Abdülhamid’e, sırf istibdadı ve otoriterliği yüzünden karşı çıkmıştı. Abdülhamid’in dindarlığını biliyor, bu yönüyle iftihar ediyor ama dindar diye otoriterliğine sessiz kalmıyordu. Hatta Bediüzzaman daha ileri giderek, bugünkü şekliyle hukuk ve demokrasi mücadelesinin Osmanlı’daki adı olan Meşrutiyeti destekliyordu. Gerçek manada dindar ve samimi olarak hürriyet, özgürlük taraftarı.
Otoriterliğe kılıf üreten baskıcı bir din anlayışı yerine Bediüzzaman’ın akla ve özgürlüğe vurgu yapan, suçu hep başkalarında arama kolaylığı yerine kendi yanlışlarıyla yüzleşmekten çekinmeyen yaklaşımı öne çıkmış olsaydı belki de İslam dünyası bu kadar geri kalmazdı. İslam medeniyeti, bir zamanlar Batı’da rönesansın doğuşuna ilham veren fikir ve bilim zenginliğini kaybetmezdi. Müslüman toplumlar, ilericiler ve gericiler diye ikiye bölünmezdi.
Gülen’i de anlamadılar
Maalesef Bediüzzaman’ı anlayamayanlar, dindarların ufkunu dünyaya açan, onları Türkiye’de ve dünyada kolejler/üniversiteler açmaya teşvik eden, terörün her türünü reddeden, farklı kültürlerle diyaloğa öncülük eden Fethullah Gülen Hocaefendi’yi de anlamadılar. Anlamadıkları gibi, bir de en korkunç yalan ve iftiralarla toplumun ondan nefret etmesi için seferberlik başlattılar. Bir iki okulun açılmasına öncülük edenlere plaketler verilirken, binlerce eğitim kurumunun açılmasını teşvik eden insana teşekkür etmek bir yana ‘terörist’ yaftası vurdular. Yaşadığı dönemde Bediüzzaman’ı milletin gözünde küçük düşürüp karalamak için ne yapıldıysa kat kat fazlası Hocaefendi için yapıldı, yapılıyor.
Kapattığı medya kurumları, hapse attığı gazeteciler, siyasetçiler, mallarına el koyduğu işadamları, üniversiteden attığı akademisyenler, hapsettiği hakim/savcılar gözönüne alınırsa otoriterlikte Abdülhamid’e rahmet okutan Erdoğan’a Nurcuların verdiği destek (Yeni Asyacılar hariç), Bediüzzaman’ın hürriyetçi çizgisinin en yakınındakiler tarafından bile yeterince anlaşılmadığının göstergesi değil mi?
Bilim ile dinin, akıl ile kalbin, dünya ile ahiretin, Allaha ve idarecilere itaat ile özgürlüğün doğru sentezini yapmaya yardımcı olacak fikir öncülerine sırtını dönmenin elbette bedeli ağır oluyor. Bir süredir diktatörlük, cehalet, fakirlik, zulüm, yobazlık ve terör kıskacındaki İslam dünyasının ve Türkiye’nin içler acısı hali ortada. İçeriği ister laik ister dini olsun, Müslüman toplumlar özgürlük yerine otoriterliği tercih ettikçe bu bataktan çıkmak, medeni dünyaya yetişmek mümkün görünmüyor.