[Faik Can, yazdı]
Yüce Allah, bir peygambere ashab olacak topluluğun arınmasını murad buyurmuş ve onları musibetle terbiye etmişti. Kim bilir belki o toplulukta yağmurun kesilmesine sebep olan günah, dışarıda işlenenlerin binde biri kadar bile değildi. Ama peygambere cemaat olmanın nezaheti en ufak bir kire tahammül etmiyordu. İnsanlık tarihi, Nebilerin ve onların misyonuna varis olanların başlarına gelen buna benzer binlerce misalle doludur. Bakara Sûresi 214. âyet-i celîle bize yolun kaderinin bu olduğunu hatırlatır: “Yoksa siz, önceki ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici sıkıntılara, belalara, fakirlik ve zorluklara maruz kaldılar ve öyle sarsıldılar ki başlarındaki Peygamber ve yanındaki müminler bile ‘Metâ Nasrullah-Allah’ın yardımı ne zaman!!!!’ diye soracak duruma geldiler. Şüphesiz ki Allah’ın yardımı pek yakındır!” Bir peygambere ve yanındakilere “Allahım, yardımın ne zaman!” dedirtecek kadar üst üste bela ve musibetler yağmıştı üzerlerine ama çareyi yine Yüce Yaratıcıya teveccühte bulmuşlardı.
Biz bu rezil güruhun fitnelerine aldırmadan üç ayları vesile bilip Hazreti Musa’nın kavmi gibi gece gündüz istiğfar ve amel-i salihle meşgul olalım, sabır, tevekkül ve dua ile Rabb-i Rahîmimiz’in icraat-i sübhaniyesini seyre dalalım. Mülâane, arz edildiği makamda vakt-i merhununu bekliyor…
Acele ediyorsunuz
Habbab b. Eret, Mekke müşriklerinin işkence ve zulümleri artık dayanılmaz hale gelince Allah Resûlü’ne gitti. “Bize dua etmiyor musun, bizim için Allah’tan yardım istemiyor musun?” dedi. Bunun üzerine Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) kıyamete kadar benzer sıkıntılara maruz kalacaklara teselli olacak şu ibret dolu cevabı verdi: “Sizden önceki ümmetlerde insanlar iman ettikleri için bellerine kadar toprağa gömülür, başları testereyle ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Demir taraklarla etleri kemiklerinden ayrılırdı ama onlar yine de davalarından vazgeçmezlerdi. Vallahi Allah bu dini tamamlayacak ve bütün dinlere üstün kılacaktır. Öyle güzel günler gelecek ki, bir insan San’a’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadan tek başına gidebilecektir. Ama siz acele ediyorsunuz…”
Bugün de davay-ı nübüvvetin temsilcilerine benzer işkenceler, zulümler uygulanıyor. Bunu yapanlar, Bilal-i Habeşî’ye “Nerede bir olan Rabbin, gelsin seni kurtarsın!” diyen Ümeyye bin Halef’in küstahlığına benzer bir kibirle “Hocanızın mülâanesi size tuttu” diyorlar. Zulümleri, işkenceleri yapan, insanların mallarına mülklerine hukuksuzca el koyan, binlerce anayı evladından ayıran kendileri olmasına rağmen, “mülâane size vurdu” diyerek masum insanlarla alay ediyorlar. Bununla bir kısım safi zihinleri kirletip Hocaefendi’ye ve hizmete olan sadakatlerini bozmak istiyorlar. Onlar şeytanlaşmış insanlar ve kendilerine yakışanı yapıyorlar!
Evet, Hocaefendi bir mülâane yaptı. Yürüdüğü yolun doğruluğuna ve arkadaşlarının samimiyetine olan güvenin ifadesiydi bu. Tıpkı Allah Resûlü’nün kendi dinine olan güveninden dolayı on dört asır önce yaptığı gibi. Haklıydı Hocaefendi, çünkü yürüdüğü yol “uzun, menzili çok, geçidi yok ve derin sularla dolu” peygamber yolu. Gayesi, sadece ve sadece insanları Allah ve Resûlü ile tanıştırmak. Ne bir dünyevi beklentisi oldu, ne de etrafındakileri böyle bir beklentiye soktu. Mefkûresini “Beklentisizlik ve adanmışlık” olarak özetledi ahir zamanda dünyanın her tarafına nur götürecek arkadaşlarına. Onlar da inandılar ve güvendiler önlerindeki rehberlerine ve düştüler peşine.
Hizmette samimiyet ve fedakârlıktan başka bir şey görmedim
Otuz seneden beri içlerinde olduğum bu insanlarda samimiyet ve fedakârlıktan başka bir şey görmedim. Hocaefendi kadar hem hayatı hem de konuştuğu ve yazdığı her şey bütün insanların gözü önünde olan bir kişi daha yoktur sanırım. Seksen küsur kitabı ve binlerce vaazı ve sohbeti var. Kendisine her türlü iftirayı atanlar ne kitaplarındaki tek bir cümleye ne de vaazlarındaki herhangi bir ifadeye yanlış diyemiyorlar. Çünkü referansı Kur’an ve Sünnet. Dinayet işlerinin Görmez başkanı Hocaefendi’nin bütün eserlerini inceleyip dinen sakıncalı buldukları görüşlerini paylaşacaklarını açıklamıştı ama şu ana kadar tek bir cümlesini ortaya koyabilmiş değiller. Koyamazlar da zira, Hocaefendi’nin konuştukları da yaptıkları da Kitaba, Sünnete ve Selef-i salihinin safiyane içtihadlarına dayanıyor. Bu yüzden onun konuştuklarıyla değil, takkesinin şekliyle, cübbesinin rengiyle meşgul oluyorlar.
Arkadaşları da Hocaefendi ile aynı çizgide yürüdüler. Holding sahibi iş adamından, işçiye; memurdan, öğretmene; ev hanımından üniversite öğrencilerine kadar yüzbinlerce insana her türlü iftirayı attılar ama hiçbirine “hırsız, namussuz, ırz düşmanı” diyemediler. En büyük medya kuruluşlarında yöneticilik yapan insanlar bile kirada oturdular. Maaşları, kendilerini yargılayan hâkimleri bile şaşırtacak kadar azdı.
Milyonlarca aile, büyük bir rahatlık ve güven içinde evlatlarını hizmetin okullarına, yurtlarına, dershanelerine teslim etti. Hiçbiri itimatlarında yanılmadı. O müesseselerde ne bir ahlaksızlığa ne kötü alışkanlığı şahit oldular. Öğretmenler çocukların üzerinde tıpkı koruyucu melekler gibiydiler. Daha saymakla bitiremeyeceğimiz nice güzellik bu hizmetin fedakâr hadimleri ve müesseseleri vasıtasıyla insanlara ulaştı. Ama ışıktan rahatsız olmak yarasaların karakteriydi ve onlar bu ışığı yok etmeye giriştiler. Hocaefendi de hem bütün dünyaya haklılığını haykırmak hem de kendi arkadaşlarının sarsılıp kaymasına engel olmak için herkesin gözü önünde bir mülâanede bulundu.
Hırsızlar ve zalimler mi haklı?
Şimdi düşünelim, bugün maruz kalınan bunca zulüm, işkence ve belâlar, bütün peygamber yolu yolcularının başına gelen musibetler midir, yoksa fitnecilerin dediği gibi mülâane hizmeti mi vurmuştur? Bu arsız, hayâsız ve küstah zalimlerin ve onların çomarlarının ağzından dökülen salyalara hakikat danesi muamelesi yapıp mülâane bize vurdu diye düşünmek, hizmeti hiç anlamamış olmak demektir. Hocaefendi’nin ve yüzbinlerce masum insanın vebalini yüklenmek, onları –haşa- samimiyetsizlikle, dış güçlerin maşası olmakla vs suçlamak ve günahlarını almak demektir. Hayır, mülâanenin ne tamamı, ne yarısı, ne çeyreği hizmeti vurmuştur! Bütün bu yaşananlarla Allah, bu kudsi hizmetin mensuplarını -Hazreti Musa’ın kavmine yaptığı gibi- hem bir kısım günahlarından arındırmak hem de daha güzel bir manevi kıvama erdirmek murad ediyor.
Hizmet ve hizmetteki insanlar, mülâanenin kendilerine dönmesini hak edecek ne yapmışlardır? Hırsızlıklarına, zulümlerine, nifak ve alçaklıklarına bütün dünyanın şahit olduğu hayâsız ve şerefsizler mi haklıdır, milletine ve insanlığa hizmetten başka bir gayesi olmayan masum insanlar mı?
Biz bu rezil güruhun fitnelerine aldırmadan üç ayları vesile bilip Hazreti Musa’nın kavmi gibi gece gündüz istiğfar ve amel-i salihle meşgul olalım, sabır, tevekkül ve dua ile Rabb-i Rahîmimiz’in icraat-i sübhaniyesini seyre dalalım. Mülâane, arz edildiği makamda vakt-i merhununu bekliyor…
(TR724)