[Analiz: Semih Ardıç]
Varlık Fonu ismini verdikleri ‘paralel Hazine’yi tenkit ederken “Türkiye’nin petrol ve doğalgazı mı var? Katar ve Norveç’i misal göstermeniz hiç ikna edici değil” tespitinde bulunmuştum. Maliye Bakanı Naci Ağbal hayli alınmış bu sözlerimden. Cevaben şunları dile getirmiş: “Türkiye’nin Petrol ve gazı yoksa da çok değerli bir hikâyesi, şirketleri var. Bunlar ülkemizin göz bebeği. Ülkemiz bugün gelinen noktada bir çekim merkezi.”
Güler misin, ağlar mısın? Petrol ve doğalgazımız yoksa bu yolla elde ettiği milyarlarca doları fon kurarak yatırıma dönüştüren memleketlerle nasıl bir benzerliğimiz olabilir. Varlık fonuna ya yeraltı zenginlikleriniz ya cari fazlanız ya da açık vermeyen emeklilik sisteminiz üzerinden kaynak aktarabilirsiniz. Üç kalemde eksi bakiyesi olan bir ekonomi nasıl fon kurabilir? Buna rağmen kuruldu. Pekâlâ fonun kasası hangi para ile doldurulacak?
Maliye Bakanı bu suallere cevap veremeyince bir manada sirkatin söylemiş. ‘Petrolümüz yoksa hikâyemiz var’ cümlesini bilerek kullandı ise hakikaten çok yazık. Türkiye’nin AKP’nin devr-i iktidarında iki hikâyesi var. Birincisi 2003’te başlayıp 12 Eylül 2010’da Anayasa referandumu ile sona erdi. İleri demokrasi için altın anahtarı bulduğumuz o tarihte ne garip bir tecelli ki kaldığı yerden devam etmesi icap eden hikâye tersine döndü. İkinci hikâye de o tarihte başlamış oldu ve devam ediyor. Her iki hikâyenin kahramanları aynı. Karakterler ve işlenen tema ise akla kara kadar birbirine zıt.
AKP’NİN YAZDIĞI İKİNCİ HİKÂYEYE GELİNCE…
AKP’nin dünyaya sunduğu ikinci hikâyede yalan, iftira, işkence, zulüm, müsadere, gasp, hırsızlık, rüşvet namına ne ararsanız var. Hakkaniyet, adalet, müsamaha, liyakat, dürüstlük, emniyet, huzur, sevgi, kardeşlik, ahenk, fedakârlık ve tevazudan eser yok. Bu hikâyenin gazetecilere kelepçe vurulduğu, IŞİD’den sabıkalı kimselerin ise elini kolunu sallayarak sokaklarda dolaştığı bölümleri mütemadiyen amonyum nitrat kokusu, kan, sönen ocaklar ve gözyaşı ile hitama eriyor. Kalem, kitap, fikriyat ve beyanat bombalardan, silahlardan daha tehlikeli sayılıyor.
‘Komşular’ başlıklı bölüm var ki sıfır meseleden sırf meseleye savrulan müflis siyasetçilerin peşlerinden sürükledikleri milyonlara söyledikleri bin bir yalanla ve pişkin halleri ile dolu satırlar ibretlik. O satırları okurken 79 milyonun istikbali adına hayıflanmamak elde değil. Haritada Suriye’den Libya istikametine uzanan güzergâhta illüzyonistlerin pabucunu dama atan isimlere aynı coğrafyada duyulan öfkeye dokunur gibi oluyor insan!
Müflislerin hikâyesinde; Katil Esed, Mavi Marmara gemisi ve Rabia işareti etrafında ördükleri yalan duvarı ile hususî misyonunu eda eden 21. asrın zalimlerini nasıl bir akıbetin beklediğini merak etmek haricinde teselli kaynağı yok.
CELLÂTLAR VE EFENDİLERİ HÜLAGÜ
İkinci hikâyede hukuk devleti, bağımsız mahkemeler, adil yargılanma ve suçun şahsiliğine tahammül yok. Doğum yapan kadınların nezarethaneye atan, 80 yaşında hasta ihtiyara kelepçe takan, oğlu yok diye babasını, babası yok diye oğlunu derdest eden cellâtlar ve onların Hülagü efendileri, yaptıkları ile iftihar edecek kadar insanlıktan çıkmış. Bütün dünya bu cinnet halini dehşete, endişe ile müşahede ediyor.
Alın teri ile kazanılmış malları, şirketleri cebren ve hile ile alıp hısım akrabaya devreden kırk haramilerin saltanatının anlatıldığı kısımlarda dünyanın cazibedâr güzelliklerine kapılanların ne kadar acınacak vaziyete düştükleri görülüyor. Çalınmış bir üniversitede (İpek Üniversitesi), asıl sahibinin eşi tarafından seçilmiş koltukta tebessüm ederek oturan iki başörtülü kadının fotoğrafı din kisvesi altında işlenen günahların mücessem hali sanki.
EKONOMİDE HAZİN SON: ÇÖKÜŞ
Çift haneli büyümenin yerini küçülmeye bıraktığı ‘ekonomide hazin son bölümü’ var ki orası tek kelime ile ‘çöküş’.
Dolar bir senede 70 kuruş artmış,
İşsizlik yüzde 12’ye fırlamış,
Turist sayısı 12 milyon azaldığı için yüzlerce otel satışa çıkarılmış,
Kalıcı yatırım için yabancı yatırımcı gelmez olmuş,
Müteahhitler yurt dışında üç işten ikisini kaybetmiş,
Kredi notu çöp seviyesine inmiş,
Enflasyon çift haneye tırmanmış,
Asgarî ücreti, işçi, memur ve emekli devletin resmî rakamlarına göre açlık hududunun altında geçim derdine düşmüş,
Merkez Bankası faizi artırmadan yüzde 10’un üzerine çıkarmayı başarmış,
TÜİK, millî geliri yüzde 20 artırmada iyiden iyiye ustalık kazanmış,
Galip Öztürk, Sedat Peker, Reza Zarrab, Fadıl Akgündüz ve Londra’daki Hintli Herif gibi esrarengiz tipler ‘hayırsever işadamlığı’na terfi ettirilmiş,
Garantili projelerde bile batacak kadar beceriksiz işadamlarını kurtarmak için Hazine’nin malları fon çuvalları ile Saray’a nakledilmiş…
Böyle bir hikâye kaç milyar dolar eder?
Maliye Bakanı doğru söylüyor.
Yazdıkları bir hikâye var.
Amma velâkin öyle iftihar edilecek bir muhteva yok.
Çöküşün, tükenişin hikâyesini kim, niye para verip alsın?
Güler misin, ağlar mısın? Petrol ve doğalgazımız yoksa bu yolla elde ettiği milyarlarca doları fon kurarak yatırıma dönüştüren memleketlerle nasıl bir benzerliğimiz olabilir. Varlık fonuna ya yeraltı zenginlikleriniz ya cari fazlanız ya da açık vermeyen emeklilik sisteminiz üzerinden kaynak aktarabilirsiniz. Üç kalemde eksi bakiyesi olan bir ekonomi nasıl fon kurabilir? Buna rağmen kuruldu. Pekâlâ fonun kasası hangi para ile doldurulacak?
Maliye Bakanı bu suallere cevap veremeyince bir manada sirkatin söylemiş. ‘Petrolümüz yoksa hikâyemiz var’ cümlesini bilerek kullandı ise hakikaten çok yazık. Türkiye’nin AKP’nin devr-i iktidarında iki hikâyesi var. Birincisi 2003’te başlayıp 12 Eylül 2010’da Anayasa referandumu ile sona erdi. İleri demokrasi için altın anahtarı bulduğumuz o tarihte ne garip bir tecelli ki kaldığı yerden devam etmesi icap eden hikâye tersine döndü. İkinci hikâye de o tarihte başlamış oldu ve devam ediyor. Her iki hikâyenin kahramanları aynı. Karakterler ve işlenen tema ise akla kara kadar birbirine zıt.
AKP’NİN YAZDIĞI İKİNCİ HİKÂYEYE GELİNCE…
AKP’nin dünyaya sunduğu ikinci hikâyede yalan, iftira, işkence, zulüm, müsadere, gasp, hırsızlık, rüşvet namına ne ararsanız var. Hakkaniyet, adalet, müsamaha, liyakat, dürüstlük, emniyet, huzur, sevgi, kardeşlik, ahenk, fedakârlık ve tevazudan eser yok. Bu hikâyenin gazetecilere kelepçe vurulduğu, IŞİD’den sabıkalı kimselerin ise elini kolunu sallayarak sokaklarda dolaştığı bölümleri mütemadiyen amonyum nitrat kokusu, kan, sönen ocaklar ve gözyaşı ile hitama eriyor. Kalem, kitap, fikriyat ve beyanat bombalardan, silahlardan daha tehlikeli sayılıyor.
‘Komşular’ başlıklı bölüm var ki sıfır meseleden sırf meseleye savrulan müflis siyasetçilerin peşlerinden sürükledikleri milyonlara söyledikleri bin bir yalanla ve pişkin halleri ile dolu satırlar ibretlik. O satırları okurken 79 milyonun istikbali adına hayıflanmamak elde değil. Haritada Suriye’den Libya istikametine uzanan güzergâhta illüzyonistlerin pabucunu dama atan isimlere aynı coğrafyada duyulan öfkeye dokunur gibi oluyor insan!
Müflislerin hikâyesinde; Katil Esed, Mavi Marmara gemisi ve Rabia işareti etrafında ördükleri yalan duvarı ile hususî misyonunu eda eden 21. asrın zalimlerini nasıl bir akıbetin beklediğini merak etmek haricinde teselli kaynağı yok.
CELLÂTLAR VE EFENDİLERİ HÜLAGÜ
İkinci hikâyede hukuk devleti, bağımsız mahkemeler, adil yargılanma ve suçun şahsiliğine tahammül yok. Doğum yapan kadınların nezarethaneye atan, 80 yaşında hasta ihtiyara kelepçe takan, oğlu yok diye babasını, babası yok diye oğlunu derdest eden cellâtlar ve onların Hülagü efendileri, yaptıkları ile iftihar edecek kadar insanlıktan çıkmış. Bütün dünya bu cinnet halini dehşete, endişe ile müşahede ediyor.
Alın teri ile kazanılmış malları, şirketleri cebren ve hile ile alıp hısım akrabaya devreden kırk haramilerin saltanatının anlatıldığı kısımlarda dünyanın cazibedâr güzelliklerine kapılanların ne kadar acınacak vaziyete düştükleri görülüyor. Çalınmış bir üniversitede (İpek Üniversitesi), asıl sahibinin eşi tarafından seçilmiş koltukta tebessüm ederek oturan iki başörtülü kadının fotoğrafı din kisvesi altında işlenen günahların mücessem hali sanki.
EKONOMİDE HAZİN SON: ÇÖKÜŞ
Çift haneli büyümenin yerini küçülmeye bıraktığı ‘ekonomide hazin son bölümü’ var ki orası tek kelime ile ‘çöküş’.
Dolar bir senede 70 kuruş artmış,
İşsizlik yüzde 12’ye fırlamış,
Turist sayısı 12 milyon azaldığı için yüzlerce otel satışa çıkarılmış,
Kalıcı yatırım için yabancı yatırımcı gelmez olmuş,
Müteahhitler yurt dışında üç işten ikisini kaybetmiş,
Kredi notu çöp seviyesine inmiş,
Enflasyon çift haneye tırmanmış,
Asgarî ücreti, işçi, memur ve emekli devletin resmî rakamlarına göre açlık hududunun altında geçim derdine düşmüş,
Merkez Bankası faizi artırmadan yüzde 10’un üzerine çıkarmayı başarmış,
TÜİK, millî geliri yüzde 20 artırmada iyiden iyiye ustalık kazanmış,
Galip Öztürk, Sedat Peker, Reza Zarrab, Fadıl Akgündüz ve Londra’daki Hintli Herif gibi esrarengiz tipler ‘hayırsever işadamlığı’na terfi ettirilmiş,
Garantili projelerde bile batacak kadar beceriksiz işadamlarını kurtarmak için Hazine’nin malları fon çuvalları ile Saray’a nakledilmiş…
Böyle bir hikâye kaç milyar dolar eder?
Maliye Bakanı doğru söylüyor.
Yazdıkları bir hikâye var.
Amma velâkin öyle iftihar edilecek bir muhteva yok.
Çöküşün, tükenişin hikâyesini kim, niye para verip alsın?