Biz Hazreti Musa’nın Kavmi Gibi Demeyeceğiz

[Faik Can]

Yıldızımız düşkündü tali’imiz küskün,
Muzlimdi eyyâm-ı hayatımız bütün;
Hocamız elimizden tuttular bir gün,
Şanlı demler sürdük, devranlar gördük… (Tokadîzade Şekip’ten az bir tasarrufla..)
 
Muhterem Efendim!
Bizler imansızlığın kol gezdiği, anarşinin, terörün gençliği pençesine aldığı karanlık bir dönemde yetiştik. O yıllarda çok şey duyduk, çok şey gördük ve nice nice hadiselerin içine girip çalkalandık. Ama üzüntüyü atıp huzura eremedik. Duygularımızla doyup itminana ulaşamadık. Çünkü ruhlarımız bin bir ihtiyaç içinde kıvranırken o ihtiyaçları giderecek bir çare bulamadık.
İslam’a asırlar boyu bayraktarlık yapmış mübarek bir coğrafyanın çocukları olarak imansızlık dikenleri arasında ahlaksızlık hasat ediyorduk. Belki ara sıra camiye gidiyorduk ama ibadetlerimiz folklorun ötesine geçemiyordu. Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu hususlardan biri olan infakı cami çıkışı yere yayılmış bir kilime attığımız üç beş kuruştan ibaret sanıyorduk.
Dindar zannedip peşlerine takıldıklarımızın çoğu hakikate karşı alakasız laubalilerdi. Onlar kâinat kitabını okumaktan aciz, iç dünyasının derinliklerinden ve iradenin davasından habersiz yaşayan nâdanlardı. Sahnedeki boşluklardan istifade ederek halkın karşısına çıkan sahte oyuncular gibi çıktılar karşımıza ve eğlendiler bizimle. Eğlendiler ama hiçbir zaman gönlümüzde taht kuramadılar. Onlar bizim derdimize derman olamadılar. Çünkü gönüllerimiz şefkate ve sevgiye susamıştı. İnsanlık ve mürüvvet istiyorduk. İstiyorduk ama her seferinde boynu bükük ve çaresiz bir şekilde sağdan sola, soldan sağa itilip kakılıyorduk.
Asırlardır devam eden terk edilmişlik bizim devrimizde sayısız musibeti netice verdi.  Bizler asrımızla hesaplaşacak bir potansiyele sahipken, bütün değerlerimizle beraber maddenin, cismaniyetin, nefsaniliğin ve dünyevileşmenin ağır baskısı altında ezilmiş ve tükenmiştik. Bizden hemen önceki nesil de yolunu ve yönünü değiştirmiş şaşkın bir topluluktu. Kimi dinleyip kime uyacağımızı kestiremiyorduk. Bütün eğrilerin doğru ve doğruların eğri gösterildiği çarpık bir toplumda kimlik bunalımı yaşıyorduk.

Kandan, zulümden, yalan, dolan ve iftiradan başka bir şey bilmeyen ve dört kitabın reddettiği bir yolda yürüyen, hayvandan da aşağı bu zavallılar ne yaparlarsa yapsınlar, bizler asla Hz. Musa’nın kavmi gibi demeyeceğiz. Demeyeceğiz, zira sizi tanımadan önceki karanlığımızla sizi tanıdıktan sonra hayatımızı aydınlatan nuru ayırt edecek vefayı, basireti ve feraseti de bize siz kazandırdınız.

Efendim!
İç dünyamızdaki tahribat mı daha büyüktü, dışımızdaki yıkım mı onu bilemeyeceğim. Ama koca bir milletin nesli olarak çaresizliklerin ağında bocalayıp dururken sizin sesiniz nefes oldu bize. Cami avlularındaki küçük teyplerden yükselen o heyecanlı ses kalplerimize ab-ı hayat gibi akmaya, kurumuş sinelerimizi yeşertmeye başladı. Sizi her dinlediğimizde nurani bir helezona girmiş gibi o güne kadar hiç tatmadığımız manevi lezzetlerle tanışıyorduk.
Sizi tanıyıncaya kadar Efendim, bize uzanan bir inayet eli göremedik. Bize doğruyu ve güzeli gösterecek insanlarla buluşamadık. Faziletli olmamızı salıklayacak bir tesirli kelam işitmedik. Aradığımızı sizde bulmuştuk ve kararlıydık, cami kürsüsünden gönüllere akan o nur menbaından kana kana içecektik. Sizi dinledikçe karamsarlığımızı atıyor, geleceğe daha bir ümitle bakıyor ve insan olmanın idrakine varıyorduk.
“Her gönül eri ümitten bir meşale ile yola çıkmış, bununla tufanları göğüslemiş, fırtınalarla pençeleşmiş ve dalgalarla boğuşmuştur. Her şeyin bittiği; milletin kaddinin büküldüğü, gururunun kırıldığı devrede iman ve ümidin dasitâni bir hal alması vardır ki, inancın derecesine göre onu elde eden kâinata meydan okuyabilir. Elli bin defa çarkı, düzeni bozulsa da yoluna devam eder; yoklukta varlık cilvesi gösterip ölü ruhlara can olur…” diyordunuz.
Efendim!
O güne kadar hiç duymadığımız şeyleri sizden duyuyorduk. “Hak eri olmak” nedir, “rabbânilik” nasıl bir hedeftir, bunu bize siz öğrettiniz. Düşüncede tevhide, hayatta istikamete, iradenin davasını gütme düşüncesine siz ulaştırdınız bizi. Milyonlarca genci lakaytlık ve yılışıklıktan kurtarıp idealist insanlar haline getirdiniz. Gülme ve eğlenmenin yerine biraz olsun çile ve ızdırap çekmeyi öğrettiniz. “Izdırap en tesirli duadır” diyerek şarkın şanlı sultanı Selahaddin’i anlattınız defalarca… Nefisperestlikten ve şahsi menfaat düşüncesinden sıyrılarak insan olmayı ve insanı yüceltme hissini aşıladınız.
Yaşatma yolunda yaşama zevkinden vazgeçmek olarak özetlediniz mefkûremizi. “Başınız yüce dağlar gibi dumanlı, sineniz lavların kaynaştığı bir kor yığını olmalı” buyurdunuz. Her şeyden evvel gönül eri olmalı, benliğimizin hislerimize tahakkümüne meydan vermemeliydik. Heybelerimizde ne muvaffakiyetlerin gururu, ne zaferlerin narası olmalıydı. En çok yüceldiğimiz yerde, en fazla muvaffak olduğumuz zamanda başımızla ayaklarımızı aynı noktada birleştirip yüz yere sürmeliydik.
Daha neler neler dediniz, ne ufuklar açtınız maddenin dört duvarı arasına hapsolmuş mürde gönüllerimize! İmanın “amentüyü” saymaktan ibaret basit bir mesele olmadığını, ibadetin bir kısım şekillerle sınırlı ritüellerin çok ötesinde bir kurbiyet rampası olduğunu anlattınız. İmanı, marifeti, muhabbetullahı şerh ettiniz bütün sohbetlerinizde. Bize en büyük hedef olarak Allah’a kul olmayı, O’nun kurbiyetiyle şereflenmeyi belirlediniz. Likâullah peşinde koşmayı gayretlerin en şereflisi olarak tarif buyurdunuz. Tevhidi, teslimi, tefvizi hatta sika ufkunu gösterdiniz bizlere.
Allah Resûlü’nü siz tanıtıp sevdirdiniz. Siz tanıttıktan sonra Nebiler Serveri gönül hanemizin baş misafiri oldu. Sizi dinledikçe çocuklarımız sofraya bir tabak da Efendimiz için koymaya başladılar. Sahabe efendilerimizi Nebevî tavsife uygun yıldızlar olarak gönül semamıza siz yerleştirdiniz. Kulluk adına doyumsuzluğu, ibadet ü taat noktasinda “hel min mezîd” demeyi sizde gördük. Duayla bizi siz tanıştırdınız. Gözyaşı dökmenin nasıl erkekçe bir duruş olduğunu siz talim ettiniz. Daha sayamadığım binlerce güzel hasletle yoğurdunuz zift çamuruna bulanmış milyonlarca yüreği.
Biz sizi her dinlediğimizde, yazdıklarınızı her okuduğumuzda önümüze koyduğunuz hedeflere ulaşma adına yeni bir adım atmış gibi oluyoruz. Sohbetin insibağını bütün latifelerimizle, hücrelerimizle iliklerimize kadar hissediyoruz. Her sohbetten sonra bir irfan, ihlas, ihsan banyosu yapmış gibi tazeleniyor ve kirlerimizden arınıyoruz. Zira biliyoruz ki sizin düşünceleriniz iç içe marifet peteği ve atmosferiniz huzurdan bir cennettir. Sizden uzak kalan, huzurdan da uzak kalır.
Efendim!
Ne olur ruha gıda, sadre şifa sohbetlerinizden bendelerinizi mahrum etmeyiniz. Şimdilerde binbir imtihanla sınanan bu yiğitler topluluğu nam u nişan nedir bilmediler. Makama, mansıba eyvallah etmediler. Çünkü makamın aldatıcı bir tahterevalli, mansıbın buz üzerine yazılmış bir yazı oluğunu, servetin fırtınalarla yer değiştiren çer çöpten ibaret bulunduğunu sizden öğrendiler. İçlerinde tutuşmasına vesile olduğunuz sonsuzluk ateşi onları her şeyden müstağni kılıyor. O yüzden zalimler, harcı adanmışlıkla, beklentisizlikle, fedakarlık, hasbilik ve diğerkâmlıkla yoğrulan bu kalenin duvarlarından birkaç çürük tuğladan başka bir şey koparamıyorlar.
Kandan, zulümden, yalan, dolan ve iftiradan başka bir şey bilmeyen ve dört kitabın reddettiği bir yolda yürüyen, hayvandan da aşağı bu zavallılar ne yaparlarsa yapsınlar, bizler asla Hz. Musa’nın kavmi gibi demeyeceğiz. Demeyeceğiz, zira sizi tanımadan önceki karanlığımızla sizi tanıdıktan sonra hayatımızı aydınlatan nuru ayırt edecek vefayı, basireti ve feraseti de bize siz kazandırdınız.