Kerem Umar
Bir ağacın gölgesinde oturmuş, gamlı bakışlarla etrafa göz gezdiriyordu. Altında bulunduğu ağaç, asırlık bir zeytindi; beli bükülmüştü, yapraklarının feri yoktu. Havasını soluyup suyunu yudumladığı memleketin haliyle hallenmişti sanki.
Bu türlü düşünceler içindeyken yanına gelip bağdaş kuran ihtiyarı fark edemedi. Neden sonra onun kısık sesle verdiği selamı duyup kendine geldi, mecalsiz bir şekilde “Aleykümselam” deyiverdi.
Adam, anlamlı anlamlı baktı yüzüne ve “Hayrola oğul, Karadeniz’de gemilerin mi battı, ne düşünüyorsun böyle!” diye sordu.
Hiç, deyip geçiştirecekti; fakat adamın simasındaki bilge tebessüm ve tavrındaki babacanlık, günlerdir dalgalı bir denizde sarsılıp duran bir sandal için sığınılacak bir liman izlenimi uyandırdı onda.
Nasıl olsun amca! Başımıza gelmeyen kalmadı. İşten atıldım, itibar yerle yeksan, iftiraya kurban gittim. Arkadaşlarımın içeride olmasına mı yoksa çoluk çocuklarının perişanlığına mı yanayım bilemiyorum. Sen de duyuyorsundur haberlerden…
İhtiyar gence bakıp, “Sen onlardan mısın?” diye sordu. Hani şu …’den. Genç, ihtiyarın meseleye bakışını bilemediği için tedirgin oldu ve hicret yolunda “Mecnun dedikleri sen misin?” sorusuna muhatap olan Rahmet Güneşi’nin ihtiyatla cevap verdiği gibi “ Öyle diyorlar!” dedi.
İçini dökecek yer arayan genç boşanıverdi birden ve aylardır ne yaşadıysa, etrafında ne yaşandıysa anlatmaya başladı, hıçkırıkları boğazında düğümlense de kendisini koyvermemek için dişini sıkıyordu.
“Ne diyorsun amca, ne olur bu işin sonu?” cümlesiyle bitirdi sözlerini.
İhtiyar bir iç geçirdi. “Ben Anlamam oğul!” deyip sessizce ufku süzdü. Şimdi o söylüyordu:
Ben anlamam oğul, ben gariban bir köylüyüm.
Bana soracaksan tarlayı, bağı bahçeyi sor.
Tohumu sor, sana sümbülden haber vereyim.
Sümbülü sor, hasattan haber vereyim.
Hasatı sor, zekattan haber vereyim.
Bir sene hasadı bekleriz, rüzgarla savrulmazsa buğday, tozdan saptan ayrılmaz.
Ne bileyim oğul, Allah’ın türlü türlü işi var. Bitmez dediğini bitirir, yitmez dediğini yitirir. Çürür dediğini yağmur altında korur, oldu dediğini ambarda fareye yem eder. Kimi tarlada çürür, kimi yol kenarında biter.
İhtiyarın sözleri, “Ben anlamam oğul!” sözünün hikmet ve tevazu pınarının berrak kaynağından süzüldüğünü gösteriyordu. Şimdi genç, gözlerini ona dikip kulak kesilmişti. İhtiyar da ona bakıyordu. Bakışları inşirah salıyordu gencin daralmış sinesine.
Adam devam ediyordu:
İnsan hem meyvenin olgununu yemek ister hem de beklemeye sabredemez. Ben böyle kalayım da meyve olgunlaşsın, der. Nasıl olacak ki.
Birkaç damla yağmur danesine kavuşup yol kenarında ot bitiren tohumla koca çınarın macerası bir olur mu? Şu altında oturduğun zeytine bak. Ben diyeyim yüz, sen de yüz elli yıllık. Allah ömür verirse daha birkaç yüzyıl gider. Dile gelse de söylese, “Etrafımda nice otlar bitti, nice çiçekler açtı da soldu.” dese…
Kimi sebze vardır, tohumunu ekersin de haftaya kalmaz, baş verir toprağın bağrında. Lakin derdin meyveyse senelerce bekleyeceksin. “Meyve yemesem de olur!” deyip işin içinden çıkmak kolay. Ama bir de “Ben yemesem ne çıkar. İnsanlar, kuşlar, böcekler yese de olur.” diyebilmek var. Gül devrini beklemeden, ardına bakmadan gitmek var. Bu gidiş öyle sıradan gidiş değil, Mevla’nın otağına gidiştir. Mevla öyle bir gidişle yola koyulanı kabrinde de olsa açtığını göremediği güllerin kokusundan mahrum etmez.
Bak aleme, on-on beş günde yetişen naneyi, tereyi satıp gününü kurtaran fukara ile dedesinin diktiği hurmanın, fıstığın meyvesini deren adamın hali bir mi?
Bekleyeceksin oğul. “Mevla habibi için değiştirmediği kanunu senin için mi değiştirecek?”
Dedim ya, ben anlamam oğul. Anlamam; lakin bir anlayandan duymuştum. “Muhkem ağaç gibi kök sal, fırtınada kırılıp savrulan dal uçlarını keffaretin say. Budanırken çektiğin acıyı bahardaki serpilmenin müjdesi kabul et. Sineni geniş tut ve temiz ağızlardan, pak sinelerden çıkıp semada yankılanan bir sese kulak ver:
Yâ Sâmia’ş-şekâyâ
Yâ Ğâfire’l-hatâyâ
Yâ Sâhibe’l-atâyâ
Ahsin âkıbetenâ…