[Dr. Serdar Efeoğlu]
Ülkemizde din ve diyanetle biraz ilgisi olanlar Ulu Cami ile ilgili olarak “kul hakkına hassasiyet” örneği olan şu hikâyeyi çok iyi bilir: Yıldırım Bayezid Bursa’da Ulu Cami’yi yaptırmak istediğinde arsanın tam ortasında bir kadının evi vardır. Ancak kadın evinin istimlâk edilmesine izin vermez ve inşaat tamamlandığında ev caminin ortasında kalır. Kadın ölünce ev varislerinden satın alınsa da Padişah buranın ibadet yeri olmasını istemez ve oraya şadırvan inşa edilir.
Türkiye, 17 Aralık 2013’teki yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrasında çok yoğun bir şekilde devletin özel mülkiyete müdahalesine tanık oldu. Dini söylemleriyle öne çıkan AKP Hükümeti değişik bahanelerle özel mülkiyetin dokunulmazlığı prensibini fütursuzca ihlal etmeye başladı. Şirketlere sudan bahanelerle “kayyım” atanarak Hükümetin kontrolü sağlandı. Kamuoyunu ikna etmek için akla hayale gelmedik iddialar ortaya atılarak kayyım atamalarına meşruiyet kazandırılmaya çalışıldı. İlk operasyon bir medya grubunu elinde bulunduran İpek Holding’e yapıldı ve bu uygulama “hukuk” destekli gerekçelerle Zaman Grubu’na kadar uzandı. Kayyım atamaları medya gruplarıyla sınırlı kalmayarak çeşitli alanlarda faaliyet gösteren şirketlere, eğitim kurumlarına ve üniversitelere kadar uzandı.
Korkunç devletleştirme
Kim ya da kimler tarafından yapıldığı aydınlatılamayan 15 Temmuz darbe girişimi ise AKP’ye muhalefeti sindirme adına tarihi bir fırsat verdi. OHAL’in ilanıyla birlikte mahkeme kararına bile ihtiyaç duymadan binlerce şirket, vakıf ve üniversite devletin eline geçti. AKP çıkardığı KHK’lerle “suçun şahsiliği” ilkesini bir tarafa bırakarak devletin zenginliğine zenginlikler kattı. Kurumların, derneklerin, vakıfların bütün mal varlığını “milli güvenliğe tehdit” gerekçesiyle Hazineye devretti. Müsaderenin hızlanmasıyla birlikte özel sektör tarihin belki de en korkunç “devletleştirme” uygulamasına maruz kaldı. Bu uygulama halka “zaten millete ait olan yerlerin yine millete iade edildiği” şeklinde komik bir şekilde açıklandı.
Müsaderenin İslam tarihindeki yeri
Devletin “hazineye gelir kaydetmek veya bir süre koruma altına almak üzere bir mala el koyması” anlamına gelen “müsadere” elbette yeni bir uygulama değil. Müsadere devlet memurlarının haksız bir şekilde elde ettikleri gelir ve emlake el konulması şeklinde ve daha çok devlet hazinesinin açıklarını kapatmak amacına yönelik olarak uygulanmıştır. Peygamberimiz “Müslümanın Müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır” hadisiyle temel bir kriter belirlemiş, Hz. Ömer vali tayin edeceği kişiden önce mal beyanı istemiş ve mallarında açıklanamayan bir artış görüldüğünde malını müsadere ettirmiştir. Emeviler döneminde ise müsadere bir tehdit ve intikam aracına dönüşmüş, birçok vali ve görevlinin malına el konulmuştur. Abbasiler ise müsadereyi muhalifleri tasfiye aracına dönüştürdükleri gibi sadece şahısların değil, akrabalarının mallarına da el koydular. Bu malları hazineye aktarmak yerine halifenin yakınlarına dağıttılar ve artan askeri masrafları karşılamak için tüccar ve zengin kişilerin mallarını müsadere ettiler.
Dönüm noktası Çandarlı Halil Paşa
Osmanlılarda ilk dönemlerde keyfi müsadereye pek rastlanmadı. Ancak padişahların otoritesi arttıkça hukuksuz uygulamalar görülmeye başladı. İlk dönüm noktası Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasında “Bizans’la işbirliği yapmak ve Bizans’tan rüşvet almak” gibi bir bahane ile Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirdikten sonra mallarını müsadere ettirmesi oldu. Bundan sonra müsadere suçlu olup olmadığına bakılmaksızın devlet adamlarının mallarına el konulması şekline dönüştü. Karar verildiğinde ilgili kişinin mallarının tespiti yapılmakta, bazı malların saklandığı şüphesi ortaya çıkarsa hapis ve işkence gibi yollara başvurulmaktaydı. Müsadere edilen mallardan geçinmeye yetecek bir miktarı kişinin varislerine bırakılır, bazen kütüphaneler ve kitaplar bile müsadere edilirdi.
Ekonomik kriz bahanesi
Osmanlı Devleti 17. yüzyılda ekonomik krizle karşı karşıya kalıp bütçe açıkları artınca önemli bir gelir kaynağı olan müsadere daha da yaygınlaştı. Kapsamı genişletilerek ulemaya da uygulanmaya başladı. Merkezdeki uygulamalardan cesaret alan taşradaki beylerbeyleri çeşitli bahaneler üreterek zenginlerin mallarını müsadere ettirdiler. Uygulama giderek çığırından çıkınca falan zengin kişinin malı müsadere edildiğinde çok fazla gelir elde edileceğine dair teklifler bile getirildi. 19. Yüzyılda 2. Mahmut döneminde ayanların tasfiyesi sürecinde müsadere çok etkili bir yöntem olarak kullanıldı. 2. Mahmut daha da ileri giderek İslam hukukunda vakıfların mal ve paralarına el konması yasak olmasına rağmen Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrasında Yeniçerilerin Bektaşi vakıflarına sığınmaları üzerine bu vakıfların mallarını müsadere ettirdi.
Tanzimat Fermanı’yla kaldırıldı
Müsadere yöntemine karşı bazen itirazlar da yükseldi. Defterdar Sarı Mehmet Paşa çeşitli bahanelerle ve haksız yollarla halkın parasının hazineye aktarılmasının devletin yok olmasına yol açacağını, Naima ise suçsuz insanlara uygulanan müsaderenin çok çirkin bir şey olduğunu ifade etti. Ahmet Cevdet Paşa müsaderenin İslam hukukuna aykırı olduğunu savundu. 3. Selim savaşlar nedeniyle yaşanan ekonomik sıkıntılar için müsadereye başvurduğunda tepkilerle karşılaştı ve niyetinin yetim malı yemek veya kendi gayretiyle zenginleşmiş kişilerin malına el koymak olmadığını, uygulamanın “din ve devletin selameti” için yapıldığını belirtti. 2. Mahmut ise “bundan böyle saltanatımın millet için bir dehşet ve korku kaynağı değil, destek olmasını istiyorum. Bunun için kişinin malına devletçe el konulması geleneğini kaldırıyorum” şeklinde bir açıklamayla müsadereyi kaldırdığını ilan etse de çeşitli gerekçelerle uygulama devam etti. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nda mahkeme kararı olmaksızın hiç kimsenin malına el konulamayacağı kararı yer aldı ve keyfi müsadere uygulamasına son verildi. Kararın gerekçesinde; müsaderenin özel mülkiyeti tehdit ettiği, insanların çalışma azmini kırdığı ve ülkenin gelişmesinin önünde engel oluşturduğu ifade edildi. Böylece Osmanlı döneminde keyfi olarak uygulanan, içinde birçok hukuksuzluğu barındıran ve ciddi mağduriyetlere yol açan müsadere yöntemi sona erdi.
Günümüze geldiğimizde müsaderenin şirket, vakıf ve üniversite gibi çok farklı alanlarda devam ettiği, şahısların yıllarca çalışarak elde ettiği mallarına el konulduğu, gerek evrensel hukukta gerekse İslam hukukunda temel bir prensip olan mal ve mülk dokunulmazlığına aykırı bir şekilde yeniden hortladığı açık bir şekilde görülmektedir. Asıl acı olan da mahkeme kararı olmaksızın ve suçun şahsiliği ilkesi bir tarafa bırakılarak yapılan uygulamalarla çok ciddi mağduriyetlerin ortaya çıkmasıdır. Sonuç olarak insanların hukuka ve devlete güveni sarsılmakta, telafisi mümkün olmayan facialar yaşanmaktadır. (TR724)
Türkiye, 17 Aralık 2013’teki yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrasında çok yoğun bir şekilde devletin özel mülkiyete müdahalesine tanık oldu. Dini söylemleriyle öne çıkan AKP Hükümeti değişik bahanelerle özel mülkiyetin dokunulmazlığı prensibini fütursuzca ihlal etmeye başladı. Şirketlere sudan bahanelerle “kayyım” atanarak Hükümetin kontrolü sağlandı. Kamuoyunu ikna etmek için akla hayale gelmedik iddialar ortaya atılarak kayyım atamalarına meşruiyet kazandırılmaya çalışıldı. İlk operasyon bir medya grubunu elinde bulunduran İpek Holding’e yapıldı ve bu uygulama “hukuk” destekli gerekçelerle Zaman Grubu’na kadar uzandı. Kayyım atamaları medya gruplarıyla sınırlı kalmayarak çeşitli alanlarda faaliyet gösteren şirketlere, eğitim kurumlarına ve üniversitelere kadar uzandı.
Korkunç devletleştirme
Kim ya da kimler tarafından yapıldığı aydınlatılamayan 15 Temmuz darbe girişimi ise AKP’ye muhalefeti sindirme adına tarihi bir fırsat verdi. OHAL’in ilanıyla birlikte mahkeme kararına bile ihtiyaç duymadan binlerce şirket, vakıf ve üniversite devletin eline geçti. AKP çıkardığı KHK’lerle “suçun şahsiliği” ilkesini bir tarafa bırakarak devletin zenginliğine zenginlikler kattı. Kurumların, derneklerin, vakıfların bütün mal varlığını “milli güvenliğe tehdit” gerekçesiyle Hazineye devretti. Müsaderenin hızlanmasıyla birlikte özel sektör tarihin belki de en korkunç “devletleştirme” uygulamasına maruz kaldı. Bu uygulama halka “zaten millete ait olan yerlerin yine millete iade edildiği” şeklinde komik bir şekilde açıklandı.
Müsaderenin İslam tarihindeki yeri
Devletin “hazineye gelir kaydetmek veya bir süre koruma altına almak üzere bir mala el koyması” anlamına gelen “müsadere” elbette yeni bir uygulama değil. Müsadere devlet memurlarının haksız bir şekilde elde ettikleri gelir ve emlake el konulması şeklinde ve daha çok devlet hazinesinin açıklarını kapatmak amacına yönelik olarak uygulanmıştır. Peygamberimiz “Müslümanın Müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır” hadisiyle temel bir kriter belirlemiş, Hz. Ömer vali tayin edeceği kişiden önce mal beyanı istemiş ve mallarında açıklanamayan bir artış görüldüğünde malını müsadere ettirmiştir. Emeviler döneminde ise müsadere bir tehdit ve intikam aracına dönüşmüş, birçok vali ve görevlinin malına el konulmuştur. Abbasiler ise müsadereyi muhalifleri tasfiye aracına dönüştürdükleri gibi sadece şahısların değil, akrabalarının mallarına da el koydular. Bu malları hazineye aktarmak yerine halifenin yakınlarına dağıttılar ve artan askeri masrafları karşılamak için tüccar ve zengin kişilerin mallarını müsadere ettiler.
Dönüm noktası Çandarlı Halil Paşa
Osmanlılarda ilk dönemlerde keyfi müsadereye pek rastlanmadı. Ancak padişahların otoritesi arttıkça hukuksuz uygulamalar görülmeye başladı. İlk dönüm noktası Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasında “Bizans’la işbirliği yapmak ve Bizans’tan rüşvet almak” gibi bir bahane ile Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirdikten sonra mallarını müsadere ettirmesi oldu. Bundan sonra müsadere suçlu olup olmadığına bakılmaksızın devlet adamlarının mallarına el konulması şekline dönüştü. Karar verildiğinde ilgili kişinin mallarının tespiti yapılmakta, bazı malların saklandığı şüphesi ortaya çıkarsa hapis ve işkence gibi yollara başvurulmaktaydı. Müsadere edilen mallardan geçinmeye yetecek bir miktarı kişinin varislerine bırakılır, bazen kütüphaneler ve kitaplar bile müsadere edilirdi.
Ekonomik kriz bahanesi
Osmanlı Devleti 17. yüzyılda ekonomik krizle karşı karşıya kalıp bütçe açıkları artınca önemli bir gelir kaynağı olan müsadere daha da yaygınlaştı. Kapsamı genişletilerek ulemaya da uygulanmaya başladı. Merkezdeki uygulamalardan cesaret alan taşradaki beylerbeyleri çeşitli bahaneler üreterek zenginlerin mallarını müsadere ettirdiler. Uygulama giderek çığırından çıkınca falan zengin kişinin malı müsadere edildiğinde çok fazla gelir elde edileceğine dair teklifler bile getirildi. 19. Yüzyılda 2. Mahmut döneminde ayanların tasfiyesi sürecinde müsadere çok etkili bir yöntem olarak kullanıldı. 2. Mahmut daha da ileri giderek İslam hukukunda vakıfların mal ve paralarına el konması yasak olmasına rağmen Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrasında Yeniçerilerin Bektaşi vakıflarına sığınmaları üzerine bu vakıfların mallarını müsadere ettirdi.
Tanzimat Fermanı’yla kaldırıldı
Müsadere yöntemine karşı bazen itirazlar da yükseldi. Defterdar Sarı Mehmet Paşa çeşitli bahanelerle ve haksız yollarla halkın parasının hazineye aktarılmasının devletin yok olmasına yol açacağını, Naima ise suçsuz insanlara uygulanan müsaderenin çok çirkin bir şey olduğunu ifade etti. Ahmet Cevdet Paşa müsaderenin İslam hukukuna aykırı olduğunu savundu. 3. Selim savaşlar nedeniyle yaşanan ekonomik sıkıntılar için müsadereye başvurduğunda tepkilerle karşılaştı ve niyetinin yetim malı yemek veya kendi gayretiyle zenginleşmiş kişilerin malına el koymak olmadığını, uygulamanın “din ve devletin selameti” için yapıldığını belirtti. 2. Mahmut ise “bundan böyle saltanatımın millet için bir dehşet ve korku kaynağı değil, destek olmasını istiyorum. Bunun için kişinin malına devletçe el konulması geleneğini kaldırıyorum” şeklinde bir açıklamayla müsadereyi kaldırdığını ilan etse de çeşitli gerekçelerle uygulama devam etti. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nda mahkeme kararı olmaksızın hiç kimsenin malına el konulamayacağı kararı yer aldı ve keyfi müsadere uygulamasına son verildi. Kararın gerekçesinde; müsaderenin özel mülkiyeti tehdit ettiği, insanların çalışma azmini kırdığı ve ülkenin gelişmesinin önünde engel oluşturduğu ifade edildi. Böylece Osmanlı döneminde keyfi olarak uygulanan, içinde birçok hukuksuzluğu barındıran ve ciddi mağduriyetlere yol açan müsadere yöntemi sona erdi.
Günümüze geldiğimizde müsaderenin şirket, vakıf ve üniversite gibi çok farklı alanlarda devam ettiği, şahısların yıllarca çalışarak elde ettiği mallarına el konulduğu, gerek evrensel hukukta gerekse İslam hukukunda temel bir prensip olan mal ve mülk dokunulmazlığına aykırı bir şekilde yeniden hortladığı açık bir şekilde görülmektedir. Asıl acı olan da mahkeme kararı olmaksızın ve suçun şahsiliği ilkesi bir tarafa bırakılarak yapılan uygulamalarla çok ciddi mağduriyetlerin ortaya çıkmasıdır. Sonuç olarak insanların hukuka ve devlete güveni sarsılmakta, telafisi mümkün olmayan facialar yaşanmaktadır. (TR724)