Yeni Türkiye, Eski Ortadoğu…

[Haber-Yorum: Akif Umut Avaz]

Türkiye’nin Ortadoğululaşarak diktatörleşmesi yüzünden, diktaya boyun eğmektense evini yurdunu terketmeyi yeğleyen birçok demokrat gibi, ülke dışında yaşamak zorunda bırakıldık. Şu an yaşadığımız ülke bir krallık. Evet bir krallık… Ama krallık olması demokratik, özgürlükçü bir hukuk devleti olmadığı anlamına gelmiyor.
Tam anlamıyla sembolik konumuyla devleti ve milleti temsil eden kralı ve  ailesini ekranlarda, manşetlerde, meydanlarda zırt pırt görmek neredeyse imkansız bu ülkede. O kadar ki, geçenlerde canlı yayınlanan dünya bilim ve sanatı açısından son derece önemli bir tören vesilesiyle televizyonda gördüğümüz yaşlı bir adamın ülkenin kralı olup olmadığını bile uzun uzadıya tartıştık. Aylar sonra televizyonda ilk kez gördüğümüz bu yaşlı adam meğer şüphe ettiğimiz gibi ülkenin kralıymış.
BULDUĞU HER KÜRSÜNÜN ÖNÜNE…
İster kral, ister başkan, isterse cumhurbaşkanı olsun özgürlükçü demokratik hukuk devletlerinde manzara aşağı yukarı böyledir ve pek değişmez. Haftanın 7 günü, günün 24 saati her an televizyonlarda görünmek; tamamını kontrol ettiği (kontrol edemediğini de ya gasp ediyor ya da kapatıyor) gazetelerin her gün manşetlerinde yer almak; açılış, düğün, cenaze, yıldönümü, anma, bayram-seyran demeden bulduğu her kürsünün önüne geçip, gördüğü irili ufaklı her kalabalığa birbirinin tekrarı bayıcı nutuklar çekmek genel olarak diktatörlüklere, özel olarak da Ortadoğu tarzı kompleksli liderliklere has bir durum.
Bir zamanlar Saddam Hüseyin’in Irak’ta, Muammer Kaddafi’nin Libya’da, Hüsnü Mübarek’in Mısır’da ve benzerlerinin kendi ülkelerinde benimsediği bu tarz, aslında bir güç göstergesi değil, güçsüzlük belirtisidir. Ülkelerini tüm hukuki, ahlaki ve insani normlardan azade bir diktayla idare etmek liderlerin özgüvenini değil, aşağılık kompleksini gösterir. Öte yandan, kendi attırdıkları manşetlerden ve arzuları doğrultusunda ekranlardan, meydanlardan her an yansıyan görünürlükleri hastalıklı bir kendini beğenmişliğin ve metastasa evrilerek benliklerini esir alan bir hubrisin dışa vurumundan ibarettir..
BAZEN HIZLI VE GÖZÜKARA, BAZEN TEMKİNLİ…
Türkiye, HAMAS’ın siyasi büro şefi Halit Meşal’in alengirli yollardan Ankara’ya getirildiği 2006 yılından beri, bazen hızlı ve gözükara, bazen temkinli ve şartları kollayan bir üslupla Ortadoğululaşma sürecine girdi. Ülkeyi yönetenler arasında tercihe şayan liderlik profili de bu yönde bir evrim, bir mutasyon ve hatta bir devrim geçirdi. 2009 yılına gelindiğinde hükümet çevrelerinde Avrupa Birliği’nin (AB) temsil ettiği demokratik norm ve değerlerden ziyade binbir parçalanmışlığıyla Ortadoğu’daki ilkesiz güç mücadelerlerinde nasıl yer alabileceğimiz konuşulur oldu. Ortadoğu’da söz sahibi olabilmenin ise şartları belliydi. Türkiye’nin neredeyse 100 yıl boyunca özdeşleştirilmekten özenle kaçındığı Ortadoğu’nun o kendine has iletişim dilini artık konuşmaktan başka yolu yoktu.
Uluslararası sistemde demokratik hukuk standartları çerçevesinde kendilerine yer edinmiş medeni ülkeler ve aktörler arasında iletişimin yolu bellidir. En kesif güç mücadelelerinin yaşandığı şartlar altında bile bu tür uluslararası aktörler arasında, en azından şeklen de olsa, hak ve hukukun temel ilke ve prensipleri, medeni dünyanın evrensel insani ölçütleri ve diplomasinin incelikli lisanı iletişim için yeterlidir.
DESPOTİK ORTADOĞU AKTÖRLERİNİN İLETİŞİM DİLİ…
Genel itibariyle demokrasi, özgürlük ve hukukun esamisinin mumla arandığı Ortadoğu coğrafyasında hükümferma olan aktörlerin iletişim dili ise bundan oldukça farklıdır. Ortadoğu’nun kaygan siyasi zemininde hayat boyu ve bazen de hanedanlıkları üzerinden nesiller boyu iktidarda kalmak isteyen despotik liderlerin birbirleri arasında iletişim için kullandıkları dil sadece sert ve kaba kelimelerden ibaret değildir. Bu liderlerin hasım ya da hısım gördükleri ülkeler arasında pek fark gözetmeksizin vekil (proxy) örgütler beslemeleri bölgeye hakim olan kanlı iletişim yönteminin bir gereğidir. Kendilerinin diğer ülkelerde sahip olduğuna benzer şekilde diğer liderlerin de kendi ülkelerinde şiddet ve terörden beslenen vekalet araçlarına sahip olduğunu çok iyi bilen Ortadoğu tarzı despotik liderler, her ihtiyaç duyduklarında bu vekil örgütlerin kanlı eylemleri üzerinden hasımlarına ve hatta bazen hısımlarına önemli mesajlar verirler.
Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya, Hazar Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası bu tarz iletişim diline en az 50 yıldır aşinadır. İran’da, Pakistan’da, Afganistan’da, Lübnan’da, Irak’ta, Ürdün’de, Filistin’de, Suudi Arabistan’da, Libya’da, Cezayir’de, Yemen’de ve daha pek çok Ortadoğu ülkesinde kanlı intihar saldırılarıyla, bombalı araçlarla, camilerin ve mescitlerin havaya uçurulmasıyla gerçekleştirilen kitlesel katliamlar, ne yazık ki artık bu talihsiz ülkelerde hayatın olağan akışına dahildir.
GİZLENEN ORTADOĞULALAŞMA HEDEFİ VE GELİNEN NOKTA
On yıllar boyunca Ortadoğu’ya sağlıklı bir mesafeden bakan Türk kamuoyu da, medya üzerinden, despotik Ortadoğu aktörlerinin bu kanlı iletişim dilinin ölümcül sonuçlarına uzaktan uzağa aşinaydı. Halkımız, esefle izlediği bu kanlı hadiseleri gördükçe Ortadoğu bataklığından sağlıklı bir mesafede durmanın ne büyük bir nimet olduğunu takdir etmekteydi.
Türkiye’yi Ortadoğululaştırma hedefini uzun yıllar gizlemeyi başaran Erdoğan ve şurekası, 2010 sonrası askeri vesayet unsurlarını iyice geriletip önünde bir fırsat penceresi açılınca, kendisini ”gerçek iktidar” olma imkanlarına taşıyan Batılı demokratik değerlere derhal sırtını döndü. Türkiye’nin önünü açacak ve ülkeyi şaha kaldıracak evrensel hukuk ilkelerine sadık daha demokratik bir rota yerine, siyasal İslamcılığın marazi hedeflerine yönelmeyi tercih etti. Bu kapsamda Ortadoğu’nun ve İslam dünyasının  liderliğine soyunan Erdoğan, bu coğrafyada geçer akçe olan Ortadoğu’ya has kanlı iletişim dilini maharetle benimsemekten de imtina etmedi.
VEKİL ÖRGÜTLER ÜZERİNDEN HASIMA VE HISIMA MESAJLAR…
Büyük kısmı devletlerarası meşru ilişkilerin alanı dışında kalan faaliyetlerin finansmanı için akıl almaz yolsuzluklara yöneldi. Ülkeyi, bugün kendisini sadece bir yönüyle ekonomik bunalım olarak gösteren, feci sonuçlara maruz bırakacağını bile bile uluslararası kara para trafiğine dahil oldu. Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Filistin’de ve daha pek çok ülkede halihazırda var olan devlet dışı radikal aktörlerle alengirli ilişkiler kurdu. Yöntem olarak şiddeti benimseyen mevcut bu tür radikal örgüt ve yapılarla ilişki kuramadığı yerlerde ise doğrudan kendilerine bağlı yeni örgütler ihdas etmekten geri durmadı.
Suriye’deki radikal terör örgütlerine giderken yakalanan silah ve mühimmat dolu MİT tırları ve ele geçirilen kimyasal silah üretiminde kullanılan bazı malzeme örneklerinde olduğu gibi bu tür silahlı terör örgütlerini paraya, silaha, mühimmata ve malzemeye boğdu. Üçüncü ülkelerin ve aktörlerin bu örgütlere Türkiye üzerinden silah sevkiyatlarını kolaylaştırdı. Ülke içerisinde silahlı eğitim kampları kurmalarına imkan verdi. Ülkenin her tarafında militan devşirmelerine göz yumdu. Uluslararası cihadist unsurların Türkiye’yi bir otoban gibi kullanmasını teşvik etti. Türkiye’yi el-Kaide ve IŞİD uzantısı radikal terör örgütlerinin militan ve para toplayacağı en güvenli yerlerden biri haline getirdi. Bu ve benzeri tartışmalı eylemleri yıllarca sürdüren Erdoğan rejimi, özellikle Irak, Suriye, Mısır ve Libya’da rejim değişikliği için bu ülkelerin içişlerine gırtlağına kadar gömüldü.
ESKİ ORTADOĞU’YLA UYUMLU YENİ BİR TÜRKİYE…
Bununla birlikte, geçmişten farklı olarak, Türkiye’nin tarihte ilk defa Ortadoğu ülkelerinde istediği an istediği amaçla kullanabileceği proxy örgütleri vardı. Ve yine geçmişten farklı olarak Türkiye artık Ortadoğu’nun birçok anti-demokratik ve zorba liderliklerinin kontrolündeki proxy örgütlerin açık hedefi haline gelmişti. Üstüne üstlük, uluslararası baskılar sonucu eskisi kadar açıktan destek veremediği Suriye ve Irak’taki bazı radikal terör örgütlerinin de tehdit ettiği bir ülke oluvermişti. Türkiye’nin, Ortadoğu coğrafyasında çekişen patronlarının rekabetleri doğrultusunda kendi aralarındaki rekabetleri de kızışan terör örgütleri arasında bir moda haline gelen canlı bombalarla gerçekleştirilen intihar saldırılarılarıyla tanışması artık bir an meselesiydi.
Reyhanlı saldırısından bu yana Türkiye, maalesef, bölge ülkelerinin çetrefil içişlerine burnunu sokmayı bir maharet sanan Erdoğan rejiminin ektiği fırtınayı biçiyor. Öte yandan, ne yazık ki, Türkiye’nin adı sadece bu terör saldırılarında verdiği masum canlarla anılmıyor artık. Erdoğan’ın hedefe koyduğu Esed’in karşısına geçmediği için bulunduğu yere yapılan bir hava saldırısıyla öldürülen İslam alimi Ramazan el-Buti’nin katli de dahil olmak üzere, birçok terör saldırısı ve suikastle ilişkili olarak da adı geçiyor.
ORTADOĞU’YA HOŞGELDİNİZ… LÜTFEN KENDİNİZİ KOLLAYIN!…
Bütün bunların ışığında, çoğu polis olmak üzere 44 vatandaşımızın öldüğü, 150’den fazla vatandaşımızın yaralandığı Maçka Parkı’ndakine benzer can yakıcı terör saldırılarının sıklaşmasının artık enine boyuna sorgulanması gerekiyor. İzledikleri muhteris politikaların bir sonucu olan benzer her terör saldırı sonrası halkın bilgi alma kanallarını hemen kapatmaları ve toplumun olanlarla ilgili kesif bir karanlığa mahkum edilmesi olup bitenlere dair aslında epey fikir veriyor.
Öte yandan, şahsi güçlerini artırmanın bir yolu olarak Erdoğan ve şürekasının Türkiye’yi Ortadoğululaştırma hedefine hızla yaklaştıkları görülüyor. İstanbul, Ankara ve Diyarbakır başta olmak üzere, farklı şehirlerde sadece son bir buçuk yıl içerisinde gerçekleşen 17 bombalı saldırıda 352’si sivil 372 vatandaşımızın ölmesi, 1.837 vatandaşımızın yaralanması bile teammüden demokrasi ve hukuktan sapan Erdoğan rejiminin Ortadoğululaşma hedefine yaklaştığını gösteriyor. Erdoğan’ın kişisel hırsları doğrultusunda AB hedefi aldatmacasıyla Türkiye’yi bindirip perdelerini tek tek kapadığı sözümona demokrasi tramvayının nihai istasyonu meğer Ortadoğu imiş.
Ortadoğu’ya hoş geldiniz… Lütfen kendinizi kollayın ve çelik yeleklerinizi, miğferlerinizi yanınızda bulundurmayı ihmal etmeyin…
şehit polisler