[Haber-Yorum: Ali Adil Çakar]
Kamuoyunda ‘tecavüzcülere af yasası’ olarak bilinen düzenleme, yoğun tepkiler üzerine geri çekildi. İki hafta önce, AKP milletvekilleri tarafından “Beyefendi’nin onayı var” denilerek ansızın, gece yarısı Meclis’e getirilen yasa teklifi, yine Beyefendi’nin müdahalesi ile rafa kalktı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın direktifiyle dar bir kadronun çalıştığı, Başbakan Binali Yıldırım’ın dahi sonradan haberinin olduğu iddia edilen ‘konu’ şimdilik kapandı.
Fakat burada kapanmayan bir parantez var ki o da ‘Beyefendi’nin satışları’. İşine geldiği zaman “Emri ben verdim”, “Muhatabı benim” diyerek bütün krediyi üzerine alan Erdoğan, işine gelmediği zaman da “Kandırıldım”, “Ben yapmadım, o yaptı”, “Haberim yoktu” gibi bahanelerle tezgâhı toplayıp kaçıyor. Ona güvenip iş yapan adamları da ortalıkta kalakalıyor. Kimi zaman başbakan, kimi zaman bürokratlar kimi zaman da milletvekilleri günah keçisi ilan edilirken ‘esas oğlan’ her zamanki gibi poz kesmeye devam ediyor.
Gizli servislerin ve mafyanın bir kuralı vardır. Güvenilir bir elemana önemli ama pis bir iş verilirken, “Herhangi bir şekilde yakalanacak olursan seni tanımıyorum” denir. Erdoğan’ın siyaset yapma biçimi de benzer. On yıllardır ‘övgüler ona, şikâyetler müesseseye’…
Bekir Bozdağ ‘tecavüzcü dostu’ olarak kalakaldı
Başından beri “Beyefendi’nin onayı var” diyerek yasa değişikliğini sahiplenen, bu uğurda “küçüğün rızası” gibi skandal bir ifadeyi bile içine sindiren Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, bu pazarın son kurbanlarından. Gelen tepkiler üzerine “Bozdağ’ı tanımayan” Erdoğan, önergenin Meclis’te görüşülmesinden bir gün önce “Hükümet eleştirileri dikkate almalı. Konu yeniden ele alınmalı. Sorun, geniş bir mutabakat içerisinde çözülmeli” tavsiyelerinde bulundu. Hükümet bir anda ‘tecavüzcü’ gibi ortalıkta kalırken Beyefendi yine “Bırakın ulen kızı!” diye efelenen kahramana dönüştü.
Erdoğan’ın siyasî hayatı da, malumunuz, bir satışla başladı. “Milli Görüş gömleğini çıkardım” deyip geçmişteki bütün günahları merhum Erbakan’ın sırtına yüklemişti. Milli Görüş ise “Hoca’yı satanı biz de satarız” sloganları ile Erdoğan’ı tel’in ededurdu. Ancak nafile. Aradan geçen yıllardan sonra, Saadet Partisi tabanını Erdoğan’a kaptırdı.
Hani bu davaların savcısıydı?
Yine aynı Erdoğan, Ergenekon, Balyoz davaları görülürken “Ben bu davaların savcısıyım” dedi. Türkiye’nin demokratikleşmesi adına önemli bir viraj olarak kabul edilen bu davalar ona oy kazandırırken her yönüyle sahipleniyordu. Fakat 17-25 Aralık’ta yolsuzlukları ortaya çıkınca, Ergenekon’la ittifak kurup “Ben yapmadım, Cemaat yaptı. Cemaat size kumpas kurdu” deyiverdi. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını kendisinin istediğini Başbuğ dahi bilirken çıkıp “Bunu yapanları tarih affetmez” diyecekti.
Çözümün rantı tükenince
Aynı şekilde, KCK operasyonlarının emrini de kendisi verdiği halde çözüm sürecinde ‘bıçağı’ yine Cemaat’in eline tutuşturmakta tereddüt göstermedi. Çözüm’ün rantı tükenip ‘Başkanlık için ütülmesi gereken milliyetçi oylar’ dönemi başlayınca bu kez valileri günah keçisi ilan etti. “Valiler, kendilerine verdiğimiz talimatlar gereği terör örgütünün üzerine gitmediler” diyen kendisi değilmiş gibi birkaç gün sonra, “Bölgedeki kamu görevlilerinin gelişmeleri eksik, yanlış değerlendirmesi zafiyete yol açtı” deyiverdi.
Çözüm süreciyle ilgili bir başka satış, Dolmabahçe mutabakatında geldi. Kendisinden habersiz başını bile kaşıyamayan Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala ve Grup Başkan Vekili Mahir Ünal’ın kendisinin bilgisi olmadan HDP İmralı heyetiyle 28 Şubat 2014 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda ortak açıklama yaptığını iddia etti. O fotoğraf için daha sonra “Yanlış oldu” dedi. Selahattin Demirtaş ise “Erdoğan, oradaki oturma düzenini bile biliyordu” ifşaatında bulundu. Zaten aksi düşünülemezdi. Sonrasında Akdoğan, Ala ve Ünal’ın 3’ünü de bakanlıktan aldı.
Polis destan yazmıştı hani?
Gezi olayları sırasında orantısız şiddet kullanmakla eleştirilen polislere sahip çıkmış ve “Emri ben verdim” demişti. Fakat onun emriyle ateş eden havuz medyası daha sonra aynı polisleri ‘paralel’ ilan etti. Beyefendi çıkıp da “Hayır, emri ben vermiştim, siz ne yapıyorsunuz?” demedi. Zira böylesi daha çok işine geliyordu.
Rusya’yla bir öyle, bir böyle
Rus uçağı düşürüldüğünde de “Aynı ihlal bugün yapılsa Türkiye yine bu karşılığı vermek durumundadır. Hava sahamızı ihlal eden Ruslar’dan özür dilemeyeceğiz” dedi. O zamanki hamasi havada yelkenini doldurabildiği kadar doldurdu. Aylar sonra Rusya önünde diz çöküp “Uçağı biz düşürmedik, paralel pilot düşürdü” diyerek özür diledi. Artık yelkenini başka yönden doldurması gerekiyordu.
İsrail’le muhteşem final
Mavi Marmara olayındaki satışı da yine dillere destan oldu. İsrail’le ipleri koparan, 9 kişinin katledildiği Mavi Marmara saldırısından sonraki süreçte Erdoğan hep ‘parsayı toplayan’ olmuştu. İsrail’e her efelendiğinde, seçmenlerini coşturuyor, siyasal İslamcı kalabalıkları kendine daha çok bağlıyordu. Fakat ABD’de sürekli mevzi kaybetmesi, akabinde Reza Zarrab dosyasının açılması ve ibrenin kendisini göstermesi ve elbette ortak enerji projelerindeki payından ötürü İsrail’le her konuda uzlaştı. 20 Milyon Euro’luk tazminat karşılığında, İsrail’in bütün sorumluluğunu görmezden gelmeyi kabul etti. Dahası 29 Haziran 2016’da yaptığı bir konuşmada, “Mavi Marmara’yı yola çıkarırken bana mı sordunuz?” diyerek tartışmaların üstüne beton döktü. (TR724)