[Haber-Analiz: Kemal Ay]
Türkiye’de yaşanan her hak ihlalinden, her hukuksuzluktan sonra kulağımızı kabarttığımız bir kurum olarak Avrupa Birliği (AB), günlük siyasî tartışmaların önemli bir unsuru. Bu gücünü, Türkiye’ye yaptırım uygulayabilecek az sayıdaki dış faktörden biri olmasından alıyor.
AB’nin böyle bir ‘yaptırım gücü’ var zira AB ile Türkiye’nin sadece kavramsal olmayan, hayli somut bağları var. Türkiye’nin ithalat ve ihracat hacminin yüzde 45-50’sini AB üyesi ülkeler oluşturuyor. 140 milyar Euro’nun üzerinde bir ekonomik değer bu. Dahası, Avrupa’dan Türkiye’ye doğrudan gelen yatırım da yüzde 65 oranında.
Avrupa hep kararsızdı
Öte yandan, Türkiye 1987’den bu yana AB’ye tam üyeliğin kıyısında bekliyor. 17 Aralık 2004’te Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün imzalarıyla başlayan resmî müzakere sürecinde ise, iki ileri bir geri gidilerek, çok fazla mesafe alınamadı. Türkiye’den sonra müzakereye başlayan ülkeler şu anda AB çatısı altındayken, Türkiye’deki çalkantılı siyasî ortam ve Avrupa’daki iktidarların Türkiye’ye bakışı Brüksel’i sürekli kararsız durumda bırakıyor.
AKP’nin ve Erdoğan’ın AB ile ilgili söylemi, diğer bütün politikaları gibi gelgitli oldu. 2002’de iktidara gelen AKP, ‘Milli Görüş gömleğini’ çıkardığı için Necmettin Erbakan’ın “Hıristiyan kulübü” dediği AB’ye sıcak bakıyordu. Hatta ilk yıllarında AB’den müzakere tarihi koparabilmek için hayli uğraştı ve nihayet 2004’ün son günlerinde bunu gerçekleştirdi.
‘Ankara kriterleri’ sözü verilmişti
O günlerdeki hava, Avrupa Birliği değerlerinin, demokratikleşmenin, hukukun üstünlüğünün ve vesayet rejiminden kurtulmanın ‘içselleştirilmesi’ üzerineydi. “Kopenhag kriterleri yoksa Ankara kriterleri var” sözü, böyle bir atmosferde söylenmişti ve AB değerlerinin Ankara tarafından çoktan benimsendiğini ima ediyordu.
Ancak 2007’deki Cumhuriyet mitingleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi, AKP’nin yeniden ve bu kez daha güçlü şekilde tek başına iktidar olması, Türkiye’nin rejiminde değişiklikler yaşanacağı umudu, AB’yi “Bekleyelim, görelim” pozisyonuna itti. AB’nin iki lideri, Almanya ve Fransa, Türk nüfusunun AB’de serbest dolaşmasının kendileri için ‘tehlikeli’ olduğunu düşünüyordu. Türkiye’nin AB’ye üye olmadan önce aşması gereken engeller her geçen gün artacaktı.
Hangi Türkiye AB’ye aday?
2010’daki referandumu en çok destekleyen dış aktörler, AB kurumlarının yöneticileriydi. Türkiye’nin daha demokratik, çok sesli ve ekonomik olarak istikrarlı olması, Türkiye’de yatırımları olan Batı ülkeleri için daha avantajlı bir durumdu, bu anlaşılabilir bir şeydi. 2011’de Batı basını Türkiye’yi Erdoğan’a karşı uyarmaya başlayınca, Erdoğan da Batı’ya karşı mesafe almaya karar verdi.
Buna 2011’deki Suriye krizi, Arap Baharı sonrası AB’nin revize edilen Ortadoğu politikası, mültecilerin Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek istemesi, daha önce mültecilerin geçişini engelleyen Libya’da politik iradenin (Kaddafi) yok olması, Türkiye’nin bölgedeki agresif dış politikası gibi sebepler eklenince, Türkiye ile AB’nin arası giderek açıldı.
Bu arada Türkiye’deki politik söylemler de değişime uğramıştı. AKP’nin hayat tarzına yönelik müdahaleleri, AB ülkeleri tarafından not ediliyordu. Avrupa’nın kendi çıkarları açısından Türkiye’nin seküler bir ülke görünümünden uzaklaşması kabul edilemezdi. Ortadoğu’da Müslüman nüfusuyla laik kalabilmiş bir ülke, AB açısından ‘fark yaratabilir’di. Bu sebeple “Ortadoğu’ya rol model” olarak Türkiye gösterildi. Batı’nın talebiyle Erdoğan, bu sebeple, Mısır’a gittiğinde laiklik vurgusu yapacaktı.
Ancak Türkiye, Ortadoğu’daki herhangi bir mezhepçi ülke olma pozisyonuna girince, AB ve ABD açısından Türkiye’deki öncelikler değişmeye başladı.
Kayıkçı pazarlığına döndü iş
2013’ten sonraki hemen bütün çalkantılarda Erdoğan’ın karşısında yer aldı Avrupalı politikacılar. Mülteci krizi kozunu açıkça ve pervasızca kullanan Erdoğan, Avrupa’dan kısmî destek, en azından ‘umursamamazlık’ elde etti. Avrupa ülkelerini Türkiye’deki pek çok karışıklık ve problem için suçlamayı sürdürürken, AB sürecini sonlandırmayı da dillendirmeye başlamıştı.
“Türkiye modeli” tartışmalarının “Eksen kayması” tartışmalarına dönüşmesi, Türkiye’nin politikalarındaki istikrarsızlığı anlatıyordu aslında. 2000’li yılların başındaki Avrupa yanlısı Türkiye gitmiş, yerine Doğu Bloku ile işbirliği yapmak, Batı’yla ilişkileri koparmak isteyen bir Türkiye gelmişti. Üstelik hiç iktidar değişikliği yaşamadan oldu bütün bunlar!
Avrupa’yı artık sevmiyoruz
AKP’ye yakın kesimler, AB ile iplerin koparılması gerektiğini, bunun “dünyanın sonu olmayacağını” savunuyordu. Yiğit Bulut gibi aşırı uçları dikkate almazsak, AKP’nin söyleminin ortalaması, AB’nin bizi zaten bünyesinde istemediği, her türlü melanetin kökeni olan Batı’ya yüz çevirmemiz gerektiği yönündeydi. Politik atmosfer, sokağa da yansıdı.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Avrupa’ya gitmeye çalışan Müslümanları gördükçe hicap duyuyorum” dedi. Bir gün sonra da, demokrasinin tanımını yeniden yaptıklarını anlatırken “Dünyaya Müslüman nasıl siyaset yaparmış gösterdik!” sözlerini kullandı. Ancak Müslüman liderlerin siyasetlerinin neticesi olarak milyonlarca Müslüman’ın her yıl Avrupa kapılarında olduğu bağlantısını kurmayı yorumculara bıraktı.
İpler kopma noktasına geldi
2013’ten bu yana AKP’nin attığı her türlü hukuksuz adımda ‘endişeli’ olduğu yönünde mesaj veren AB kurumlarına karşılık Avrupalı liderler, Türkiye’yle mülteciler konusunda anlaşmaya çalışıyordu. AB kurumları da, Türkiye’yle ilişkilerin ülkedeki gidişata olumlu bir etkisi olabileceği beklentisiyle bağları tamamen kopartmak istemiyordu.
Ancak geçtiğimiz hafta HDP’li vekillerin ve Cumhuriyet gazetesi yazarlarının tutuklanmasıyla birlikte, kritik bir eşik aşıldı. 15 Temmuz’dan sonra AKP’ye bir şans daha vermek isteyen AB politikacıları, rüyadan uyandı. Kınama mesajlarının ötesine geçen Avrupalı temsilciler, üyelik müzakerelerinin durdurulmasını talep etti.
Dün, Türkiye’deki AB ülkelerinin elçileriyle görüşen AB Bakanı Ömer Çelik ise, bütün bu tepkileri “Sürekli olarak Türkiye’nin eleştirilmesi, Türkiye’ye karşı çıkılması, insan hakları ve hukuk gibi değerlere bağlılığının sorgulanması doğru değildir” diyerek geçiştirdi.
AB’den çıkışın faturası ne olacak?
Bazı yorumculara göre, ABD’de, Almanya ve Fransa’da seçim atmosferine girilmiş olması, Türkiye’ye karşı yüksek bir sesin çıkmasını engelliyor. Yine de 9 Kasım’da, yani yarın açıklanması beklenen AB İlerleme Raporu’nun geçen yıl açıklanandan daha sert olacağı basına yansıdı. Geçen yıl, “çöpe atıyoruz” diyen AKP’nin bu yıl da farklı bir tavır takınmayacağı bekleniyor.
Peki, Türkiye gerçekten de AB ile bağları tamamen atabilir mi? Bu, ancak çok köklü bir değişimle mümkün görünüyor. Zira, İngiltere kadar olmasa da, Türkiye’nin de AB’den ayrılmak için bir dizi düzenleme yapması, Meclis’i çalıştırması gerekiyor. Bu da, AB’yle işbirliği çerçevesinde yapılan çok sayıda projenin askıya alınması anlamına geliyor.
AB’den gelen yorumlar, bunun ‘ayağına kurşun sıkmak’ olduğu yönünde. Zira Türkiye’nin sadece Rusya, Suudi Arabistan, Katar ve Azerbaycan yatırımlarıyla ayakta kalamayacağı düşünülüyor. Türkiye’nin izolasyon politikası, sadece ekonomik olarak değil sosyal olarak da yıkıcı bir dönüşüme girmesini gerektiriyor.
İzole bir Türkiye mümkün
15 Temmuz, böylesi bir dönüşümün ilk ayağı oldu. Türkiye bir asırdır iyi kötü oluşturduğu bütün birikimi, çarçur etmeye hazırlanıyor. Darbe dönemlerinde bile vazgeçilemeyen NATO ittifakından ve AB yolundan dönmek, bu aşamayı hızlandıracak. Başkanlık ve yeni anayasa, Türkiye’yi Batı’dan tamamen koparıp izole bir toplum hâline getirmenin ikinci aşaması.
Neydi o meşhur söz: “Göreceğiz, kanlı mı olacak, kansız mı?”