Her Dönemin Adamı Olmak!..

[Kemal Ay]

Bir zamanların meşhur tartışma konularından biriydi, “Dünyada hiç Kemalist var mı?” sorusu. Madem ki Kemalizm de, tıpkı Leninizm, Maoizm, Marksizm gibi evrensel bir ideolojiydi, dünyada da takipçileri olması gerekmez miydi? Kemalistler kızsa da, bu gayet meşru bir soruydu. Türkiye’nin bölgede önemli bir siyasal aktör olup da ‘ideoloji ihraç edememesi’ tartışılmaya değer bir konu.
Kemalizm’in evrensel standartlarda bir ideoloji olarak görülememesinin birçok sebebi var. Burada, Mustafa Kemal’in her şeyden evvel pragmatist bir lider olmasını zikredebiliriz. Bu ayıp bir şey de değil. Pek çok tarihçi kabul eder ki Mustafa Kemal, halkı Kurtuluş Savaşı vermeye ikna ederken farklı, Dolmabahçe Sarayı’nda yaşarken farklı görüşler ortaya koymuştur. (Ona bir şey diyemeyenler genelde etrafındakileri suçlar.)

AKP’nin siyaset tarzı da, Kemalist olduklarını iddia edenlerin siyaset tarzına hayli benziyor. Erdoğan’ın bir sağa bir sola yatıran siyaset yapma tarzı, partideki ‘ideolojik duruşu’ yerle yeksan ederken, gelecek kuşaklara da buradan beslenebilecek hiçbir şey bırakmadı. 1990’lardaki Erdoğan’la, 2000’lerin başındaki Erdoğan nasıl farklıysa, 2010’dan sonraki Erdoğan ikisinden de aynı şekilde farklı.

Sonradan icat edilen Atatürk’ler
Her insan gibi Mustafa Kemal de yaşadıkça düşüncelerinde farklılık gösterebilir. Önceleri savunduğu bazı fikirleri, sonradan savunmayı bırakabilir. Yeni fikirler edinebilir. Buradaki hata, sonradan gelenlerin Atatürk’ü bir iktidar aracı olarak kullanıp onu kendi ihtiyacına göre yeniden şekillendirmesidir. 27 Mayıs Darbesi’ni yapanların Atatürk’ü ile, 28 Şubat Postmodern Darbesi’ni yapanların Atatürk’ü bu sebeple farklıdır.
Konuyla ilgili Taha Akyol’un yazdığı “Ama Hangi Atatürk” kitabı ve Can Dündar’ın çektiği “Mustafa” belgeseli hayli ufuk açıcı. Dündar’ın o belgeselden sonra linç edilmesi de gösteriyor ki, hâlâ bugün Kemalizm’in ne olduğu, kişilerin ihtiyacına göre şekilleniyor.
Mesela İlker Başbuğ Paşa, Kemalizm ile bugün Erdoğan’ı desteklemek arasında paralellikler görebilirken, Doğu Perinçek’in Kemalizm’i Komünizm ile buluşuyor (üstelik Mutafa Kemal’in Komünist Parti’ye yaptıkları ortadayken), yer yer Erdoğan’a destek verip yer yer onu da ‘tarihe gömmekle’ tehdit ediyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kemalizm’i ise AKP’ye karşı amansız muhalefet edebiliyor.
Tarihten okuduğumuz yetmiyor bir de yaşıyoruz
Tarihin bize öğrettiği bu dersten aslında şunu çıkarabiliriz: İdeolojiler, yapılan işe itiraz ederken farklı; iş başına geçtiğinde farklı davranmışlar çoğunlukla. Avrupa siyasetinde sosyalist hareketlerin iktidara gelmelerinden sonra “sokağın saflığını kaybetmeleri” gibi… Ahmet Turan Alkan’ın kulakları çınlasın, tarihin bu öğrettiklerini oturup bir de yaşayarak ezber ediyoruz.
Şu sıralar AKP’nin ülkeye yaşattıklarını bu minvalde değerlendirebiliriz. AKP’nin siyaset tarzı da, Kemalist olduklarını iddia edenlerin siyaset tarzına hayli benziyor. Erdoğan’ın bir sağa bir sola yatıran siyaset yapma tarzı, partideki ‘ideolojik duruşu’ yerle yeksan ederken, gelecek kuşaklara da buradan beslenebilecek hiçbir şey bırakmadı. 1990’lardaki Erdoğan’la, 2000’lerin başındaki Erdoğan nasıl farklıysa, 2010’dan sonraki Erdoğan ikisinden de aynı şekilde farklı.
Her şey sevilmek için!
Erdoğan’ın bu tercihi, Woody Allen’ın ‘Zelig’ isimli kurgu belgesel filminde anlattığı ilginç karaktere benziyor. Zelig, psikolojik bir hastalık sebebiyle, kimin yanında durursa ona benzeyen birisidir. Mesela bir Kızılderiliyle yan yana gelince, hemen teni kararır, hatta saçları uzar. Bir siyahî ile birlikteyken simsiyah kesilir. Şişman birinin yanında göbeği çıkar, bir Fransız’la iken Fransızca konuşmaya başlar.
Filmdeki uzmanlardan birisi, bu durumu şöyle yorumluyor: “Onun varoluşu aslında bir çeşit varolmayıştı.” Yani aslında Zelig diye birisi yoktu ama etrafta ne varsa, Zelig oydu. Onu tedavi etmek üzere inceleyen doktor, hipnozla onun ağzından baklayı çıkartır: Zelig, okulda ona Moby Dick’i okudun mu diye soran birine “Hayır” deyip utanmamak için, “Evet okudum” deyip kitap hakkında konuşmaya zorlamış kendini. Sonra da, bu alışkanlığı sürmüş. Tek istediği de ‘sevilmek’miş.

Karl Marx, Hegel’in meşhur sözünü biraz değiştirerek şöyle demişti: “Tarihte her şey iki kez yaşanır. İlkinde trajedi, ikincisinde ise fars (komedi) olarak.” Şimdilerde, Kemalizmi hemen her yönüyle kopya ederek Erdoğanizm kurmaya çalışan bir siyasî elit, kendi komedisini yazıyor. Tuzumuz kuru olsa gülerdik ama maalesef ‘gülecek yerlerimiz ağrıyor’…

En önemli geçer akçe ‘oy ütmek’
Tıpkı Zelig gibi, AKP’nin ve Erdoğan’ın macerasında da, “sevilmek” ya da siyaset diline tercüme edersek, “oy ütmek” en önemli geçer akçe. 1990’larda ‘mağdurun dili’ni konuşan Erdoğan’ın, iktidara geldiğinde ilk iş Kemalizm’in kurumlarından yorulan ve ekonomik krizle bunalan halkı liberal, özgürlükçü söylemlerle kazanmak oldu. Zira bu dar dönemde Erdoğan’ı medyada destekleyen en önemli ‘entelektüel kitle’ liberallerdi. (Dünyaya kendini anlatmada liberalleri kullandığı gibi halka inmede de Cemaat’i kullandı.)
2007’den sonraki 3-4 yıl AKP’nin en zor yıllarıydı belki de. Oy oranı sürekli yükseliyor, uluslararası meşruiyeti artıyordu ancak önce Cumhuriyet mitingleri, ardından parti kapatma davası Erdoğan’ı bunaltmıştı. Bu süreçte, Erdoğan iki şeyi keşfetti: Medyanın gücü ve bürokrasideki Cemaat desteğinin işine yarayabileceği.
Referandum bahane, oylar şahane!
Aynı yıllarda başlayan Ergenekon davaları, Erdoğan’ın uzunca süredir aradığı manivelaydı. Darbelere karşı duruş, “her an suikast tehlikesiyle karşı karşıya olma” gibi hususlar, onu sıradan bir siyasetçi olmaktan ‘tarihsel bir figür’ olmaya götürebilecekti. Bu yıllarda en büyük ortağı olarak görünen Cemaat’in jargonunu benimsedi.
2010’daki referanduma giderken Erdoğan’ın ve AKP elitinin genel söylemi ‘özgürlükler’ ve ‘vesayet’ idi. O günlerdeki AKP medyasını tararsanız, ne kadar büyük özgürlükçü olduklarını görebilirsiniz. Öyle ki, 12 Eylül’ü yaşamış babaannem o günlerde izlediği AKP kanallarından ilk kez “Diyarbakır Hapishanesi’ndeki işkenceleri” duymuştu (Medya doğruları olduğu gibi anlatsa halk da gerçekleri öğrenecek aslında).
AKP yıllar sonra 2010 referandumunu Cemaat’in kendilerini kandırarak yaptırdığını söyleyecekti ama burada aldığı yüzde 58 ‘evet’ oyu, bugünkü güç tahakkümünün anahtarıydı.
Kime yanaştıysa, onun gibi göründü
Erdoğan, ittifak kurduğu insanları değiştirdikçe, değişti. 2010’da “Artık liberallerle yürümeyeceğiz!” diyen parti, aynı yıllarda Cemaat’le de bağlarını gevşetti. Gezi Parkı ve 17/25 Aralık’tan sonra pek çokları Erdoğan’ın “Siyasal İslamcı özüne” döndüğünü düşünüyordu ancak aslında olan, Erdoğan’ın yandaşlarını değiştirmesiydi.
2013 sonrasındaki Ergenekon ve Balyoz için geliştirilen ‘kumpas’ söylemiyle, bürokrasideki ulusalcı kanatla yakınlaşıldı. Ardından ‘Kürt Açılımı’ bitirilerek, MHP’ye göz kırpıldı. Siyasal İslamcıları ‘çantada keklik’ gören Erdoğan ve ekibi, onlara yönelik ise ‘bir döv, bir sev’ metodunu benimsiyordu. (İsrail’le anlaşma aşamasında yaşananları hatırlayalım).
Haliyle Erdoğan’ın son 3-4 yıldır söylemlerinde artan bir milliyetçilik, egemenlik, Batı karşıtlığı, Rusya ile yakınlaşma göze çarpıyor.
‘İnsan düşerken tutacağı dalı seçemez’
Gezi Parkı olayları yaşanırken, aklı başında zannettiğim bir AKP’li arkadaşım, Yiğit Bulut’un TRT’deki konuşmasını gönderip “Tamam Yiğit Bulut kaale alınır biri değil ama bak burada söyledikleri doğru” dediğinde fark etmiştim ilk kez. İktidarın gideceği korkusu, yalnızca Erdoğan’da değil, halkın önemli bir kesiminde de hissediliyordu ve Cemil Meriç’in ifadesiyle “İnsan düşerken tutacağı dalı seçemez” fehvasınca, etrafta bulunan hemen her şeye sarılındı.
Pragmatizm ayıp değil. İnsanlar zaman zaman badireleri atlatmak için ilkelerinden taviz verir, verebilir. Hayat, insanları zorladığında kırılmamak için eğilmek, siyasette de geçerlidir. Ancak sürekli pragmatizm, zamanla ilkeleri yok eder. Pragmatist bir siyasî hareketten de en son, ideolojik bir duruş çıkar. Yani “Erdoğan’ı yedirmeyeceğiz arkadaş, yemişim demokrasiyi, insan haklarını” diyebilirsiniz; ama “En büyük demokrat biziz, Erdoğan da demokrasinin sonucudur” diyorsanız, demokrasi literatürünü oturup baştan okumanız gerekir.
İlki trajedi, ikincisi komedi
Fransız devriminin yarattığı kaosu kontrolüne alarak İmparatorluğunu ilan eden Napolyon’un yeğeni III. Napolyon da (Victor Hugo’nun alaycı tabiriyle ‘küçük Napolyon’), kendi devrinde benzer bir hamleye kalkışmış, Cumhuriyet isteyen halkı toplarla tüfeklerle sindirmişti.
O günlerin analizini yapan Karl Marx, Hegel’in meşhur sözünü biraz değiştirerek şöyle demişti: “Tarihte her şey iki kez yaşanır. İlkinde trajedi, ikincisinde ise fars (komedi) olarak.” Şimdilerde, Kemalizmi hemen her yönüyle kopya ederek Erdoğanizm kurmaya çalışan bir siyasî elit, kendi komedisini yazıyor. Tuzumuz kuru olsa gülerdik ama maalesef ‘gülecek yerlerimiz ağrıyor’…