[AKİF UMUT AVAZ]
Türkiye’de adı konulmamış bir devrim yaşanıyor. Sanılanın aksine her devrimin gerçekleştiği ülkeyi, toplumu ve insanlığı illa ileriye taşıyacağı gibi bir kural yok maalesef. 1979’da İran, 1994’te Afganistan da bir çeşit devrim yaşadı. Humeyni liderliğinde başlayan devrimle İran’ın, bir süreliğine Taliban kontrolüne geçen Afganistan’ın nerelere sürüklendiği ortada.
İhtiraslarının peşinde sürüklenen Erdoğan da 2011 seçimleri sonrası adım adım taşlarını döşediği bir devrimi gerçekleştirme peşinde. Her ne kadar devrimler genelde taban hareketleriyle başlasa da Fransızların 3. Napolyon’u ve Erdoğan’ınki gibi muktedir eliyle tavandan başlatılan devrimler de yok değil. Erdoğan’ın devrimi varmak istediği hedefler açısından İran ve Taliban’ı andırsa da yöntem olarak daha ziyade 3. Napolyon’un imparatorluk devrimine, Mao’nun “Kültür Devrimi”ne ve Lenin sonrası Stalin’in gerçekleştirdiği hamlelere benziyor. Erdoğan da Mao gibi tepeden inmeci sözde devrimini ağır propaganda baskısı altına aldığı halka mal etmeye çabalarken havuç ve sopa taktiklerinin en pespayelerini kullanmaktan çekinmiyor.
Suçüstü yakalanınca devreye sokulan darbe
Hatırlanacağı gibi gırtlağına kadar suça batmış Erdoğan, yakın çevresiyle suçüstü yakalandığı 17/25 Aralık skandalını “darbe” diye pazarlayıp “istikbal ve istiklal mücadelesi” kılıfına sokmaya çabalamıştı. Bizzat kendisinin ve yakın çevresinin ortalığa saçılan rüşvet ve yolsuzluk belgeleriyle, ayakkabı kutularına ve banyo liflerine istiflenmiş milyonlarca dolarla, Reza Zarrab’ın “önüne yatma” ifşaatlarıyla, sıfırlama tapeleriyle, kamu mallarını peşkes çektiği yoz işadamlarının oluşturduğu medya havuzuna dair skandal gerçeklerin ortaya çıkmasıyla Erdoğan utanıp yüzü kızaracağına hukuk çerçevesinde görevini yapan yargı ve adli kolluk görevlilerini darbe yapmakla suçlamış ve kendi hak-hukuk tanımaz darbesini devreye sokmuştu.
Ama yine de ciddi bir sorunu vardı. “Darbe” dediği 17/25 Aralık’ı ne zaman hatırlatsa beraberinde ayakkabı kutuları, Reza’yla alengirli ilişkileri, rüşvet paraları, para kasaları ve sıfırlama tapeleri de hatırlanıyordu. Diline pelesenk ettiği “istiklal ve istikbal mücadelesi”nin, başta oğlu Bilal olmak üzere, kendi suçlarını örtme mücadelesi olduğu gibi bir alt okumayı ne yaparsa yapsın engelleyemiyordu. Doğal olarak da önce “Paralel Devlet” sonra “FETÖ” demeye başladığı Hizmet Hareketi’ni tamamen yok etmeyi amaçlayan kin ve nefret operasyonlarına dilediği oranda destek bulamıyordu. “Allah’ın lütfu” diyebileceği daha kullanışlı bir hikayeye ihtiyacı vardı. Üzerinden geçen üç ayın ardından artık anlaşılıyor ki, katkılarını esirgemediği o lütfa 15 Temmuz’da gark olması tesadüfi değilmiş.
Kullanışlı hikâyeye nihayet kavuştu
“Allah’ın lütfu” sayesinde “istikbal ve istiklal” mücadelesi denildiğinde artık kimsenin aklına oğlu Bilal’le yaptığı bol sıfırlı sıfırlama tapeleri, işadamlarından aldığı on milyonlarca dolarlık rüşvet konuşmaları gelmeyecekti. Öte yandan, belki onlarca yıldır gizli ajanda olarak takip ettiği, son 5 yıldır ise açıktan sebatla çalıştığı devrimini “öt” deyince istediğinden fazla öten bir borazana çevirdiği medya üzerinden halka pazarlayacağı kullanışlı bir hikayeye kavuşmuştu artık. Bu hikaye yalan ve kurgularla bezenip türlü efsanelerle süslenince nihayet aradığını bulmuş oldu.
Hikâye basitti. Bir “kahraman” vardı, bir de “kahramanımız”ın kıymetini anlamış “iyiler”. Eee tabii doğal olarak bir de “kötüler”. “Kahraman” belliydi. “İyiler”den olmak da zor değildi. Kahramanlığı kendinden menkul “kahramanımız”ın özenle kurguladığı üfürükten efsaneye inandığınızda sadece efsanenin bir parçası haline gelmekle kalmayıp bonus olarak “iyiler”den de oluyordunuz. Ya peki “kötüler”? Onlar zaten önceden belliydi. Ödülle veya korkuyla “iyiler” kitlesi genişeldikçe “kahramanımız”ın hikayedesinki “kötüler”e zulmü daha güçlü alkışlanır oldu. Üstelik, gırtlağına kadar zulme, suça ve çirkefe batmış Erdoğan’ın kurguladığı hikayenin “en iyilerinden” olmak için kıran kırana bir yarış da başlamıştı artık.
İşler yeterince yolunda değil
Peki, Erdoğan’ın kafasındaki devrim için işler yeterince yolunda mıydı? Adına hukuk ve demokrasi dediğimiz pek çok engeli aşmış ve hedefine doğru belki çok yol almıştı. Ama hala devlet içinde muvakkaten gücünü paylaşmak zorunda kaldığı, toplumsal zeminde ise hikayesinin yaygınlığı için muhtaç olduğu kesimler vardı. “Yenikapı Ruhu” tiyatrosuna inandırdığı naif kesimlerle bir müddet yol almayı başarmış, ama yolun sonuna çabuk gelmişti. Bu arada polisi, orduyu, yargıyı, eğitimi, medyayı ve iş dünyasını hallaç pamuğu gibi atmıştı. Erdoğan için bunlar elbette yeterli değildi.
“Allah’ın lütfu” olan darbe teşebbüsüyle alacağı yol ancak belirli bir aşamaya kadar işe yaramıştı. Oysa Erdoğan kemiksiz, kılçıksız bir diktatörlük istiyordu. İyi de Alevisiyle, Kemalistiyle, Atatürkçüsüyle, laikiyle, ulusalcısıyla, Kürdüyle, solcusuyla, liberaliyle ve gayr-i müslimleriyle bu nasıl olacaktı? Hem daha devletin derin dehlizlerinde yol alan atın-itin izini bile ayırt edebilecek noktaya gelememişti. Yoksa devrimini gerçekleştirme yolunda asıl kapışma daha henüz yaşanmamış mıydı?
Hikâyeye yeni eklemeler gerekti
Öyleyse bir taraftan “FETÖ” safsatasıyla korku pompalayarak büyüttüğü desteği diri tutmalı, diğer taraftan ülkenin başına daha büyük gaileler açarak halkın uyanmasına engel olmalıydı. Her diktatörün yaptığı gibi revizyonist hayallerinin peşinde artık çok daha büyük düşmanlara ve çok daha büyük “kahramanlıklar” göstermesine fırsatlar sunacak çok daha büyük belalara ihtiyacı vardı. Böylece Lozan muhabbeti daha kıvamına gelmeden Misak-ı Milli ve Musul rüyaları eşikte görünüverdi.
Humeyni ve Hitler gibi devrimini ve diktatörlüğünü pekiştirmek için Erdoğan’ın da dışarıda bir savaşa, içeride ise “vatan haini” diyebileceği “iç düşmanlara” ihtiyacı var. Çünkü, destekçilerinin fatanatizmini daha da kamçılamak, ezik kitleleri büyük zafer vaatleriyle mobilize etmek zorunda. Savaş ve dış düşman, “iç düşmanları” yok etmekte ihtiyaç duyulan vasatın oluşması için de şart. Onun içindir ki bir taraftan Suriye ve Irak’tan başlayarak Türkiye’nin asırlık sınırlarından duyulan tatminsizlik kaşınırken diğer taraftan kimlere karşı kullanılacağı özenle saklanarak Erdoğan yandaşları açıktan silahlandırılıyor.
Nihai kapışmanın muhatapları kim?
Sanmayın ki bu silahlanma zaten bir sosyal soykırımla yok edilen Hizmet Hareketi’ne karşı. Hizmet mensuplarının silaha, şiddete, çatışmaya en uzak insanlar olduklarını en iyi Erdoğan ve milisleri biliyor. Bu kitlesel silahlanmanın, kaçınılmaz olduğunu düşündükleri daha büyük ve daha kanlı bir kapışma için olduğundan asla şüpheniz olmasın. Fiili devrimin adının konularak resmiyet kazanması için eninde sonunda verilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündükleri bu nihai kapışmanın muhatapları kim olacak dersiniz?
Suçüstü yakalanınca devreye sokulan darbe
Hatırlanacağı gibi gırtlağına kadar suça batmış Erdoğan, yakın çevresiyle suçüstü yakalandığı 17/25 Aralık skandalını “darbe” diye pazarlayıp “istikbal ve istiklal mücadelesi” kılıfına sokmaya çabalamıştı. Bizzat kendisinin ve yakın çevresinin ortalığa saçılan rüşvet ve yolsuzluk belgeleriyle, ayakkabı kutularına ve banyo liflerine istiflenmiş milyonlarca dolarla, Reza Zarrab’ın “önüne yatma” ifşaatlarıyla, sıfırlama tapeleriyle, kamu mallarını peşkes çektiği yoz işadamlarının oluşturduğu medya havuzuna dair skandal gerçeklerin ortaya çıkmasıyla Erdoğan utanıp yüzü kızaracağına hukuk çerçevesinde görevini yapan yargı ve adli kolluk görevlilerini darbe yapmakla suçlamış ve kendi hak-hukuk tanımaz darbesini devreye sokmuştu.
Ama yine de ciddi bir sorunu vardı. “Darbe” dediği 17/25 Aralık’ı ne zaman hatırlatsa beraberinde ayakkabı kutuları, Reza’yla alengirli ilişkileri, rüşvet paraları, para kasaları ve sıfırlama tapeleri de hatırlanıyordu. Diline pelesenk ettiği “istiklal ve istikbal mücadelesi”nin, başta oğlu Bilal olmak üzere, kendi suçlarını örtme mücadelesi olduğu gibi bir alt okumayı ne yaparsa yapsın engelleyemiyordu. Doğal olarak da önce “Paralel Devlet” sonra “FETÖ” demeye başladığı Hizmet Hareketi’ni tamamen yok etmeyi amaçlayan kin ve nefret operasyonlarına dilediği oranda destek bulamıyordu. “Allah’ın lütfu” diyebileceği daha kullanışlı bir hikayeye ihtiyacı vardı. Üzerinden geçen üç ayın ardından artık anlaşılıyor ki, katkılarını esirgemediği o lütfa 15 Temmuz’da gark olması tesadüfi değilmiş.
Kullanışlı hikâyeye nihayet kavuştu
“Allah’ın lütfu” sayesinde “istikbal ve istiklal” mücadelesi denildiğinde artık kimsenin aklına oğlu Bilal’le yaptığı bol sıfırlı sıfırlama tapeleri, işadamlarından aldığı on milyonlarca dolarlık rüşvet konuşmaları gelmeyecekti. Öte yandan, belki onlarca yıldır gizli ajanda olarak takip ettiği, son 5 yıldır ise açıktan sebatla çalıştığı devrimini “öt” deyince istediğinden fazla öten bir borazana çevirdiği medya üzerinden halka pazarlayacağı kullanışlı bir hikayeye kavuşmuştu artık. Bu hikaye yalan ve kurgularla bezenip türlü efsanelerle süslenince nihayet aradığını bulmuş oldu.
Hikâye basitti. Bir “kahraman” vardı, bir de “kahramanımız”ın kıymetini anlamış “iyiler”. Eee tabii doğal olarak bir de “kötüler”. “Kahraman” belliydi. “İyiler”den olmak da zor değildi. Kahramanlığı kendinden menkul “kahramanımız”ın özenle kurguladığı üfürükten efsaneye inandığınızda sadece efsanenin bir parçası haline gelmekle kalmayıp bonus olarak “iyiler”den de oluyordunuz. Ya peki “kötüler”? Onlar zaten önceden belliydi. Ödülle veya korkuyla “iyiler” kitlesi genişeldikçe “kahramanımız”ın hikayedesinki “kötüler”e zulmü daha güçlü alkışlanır oldu. Üstelik, gırtlağına kadar zulme, suça ve çirkefe batmış Erdoğan’ın kurguladığı hikayenin “en iyilerinden” olmak için kıran kırana bir yarış da başlamıştı artık.
İşler yeterince yolunda değil
Peki, Erdoğan’ın kafasındaki devrim için işler yeterince yolunda mıydı? Adına hukuk ve demokrasi dediğimiz pek çok engeli aşmış ve hedefine doğru belki çok yol almıştı. Ama hala devlet içinde muvakkaten gücünü paylaşmak zorunda kaldığı, toplumsal zeminde ise hikayesinin yaygınlığı için muhtaç olduğu kesimler vardı. “Yenikapı Ruhu” tiyatrosuna inandırdığı naif kesimlerle bir müddet yol almayı başarmış, ama yolun sonuna çabuk gelmişti. Bu arada polisi, orduyu, yargıyı, eğitimi, medyayı ve iş dünyasını hallaç pamuğu gibi atmıştı. Erdoğan için bunlar elbette yeterli değildi.
“Allah’ın lütfu” olan darbe teşebbüsüyle alacağı yol ancak belirli bir aşamaya kadar işe yaramıştı. Oysa Erdoğan kemiksiz, kılçıksız bir diktatörlük istiyordu. İyi de Alevisiyle, Kemalistiyle, Atatürkçüsüyle, laikiyle, ulusalcısıyla, Kürdüyle, solcusuyla, liberaliyle ve gayr-i müslimleriyle bu nasıl olacaktı? Hem daha devletin derin dehlizlerinde yol alan atın-itin izini bile ayırt edebilecek noktaya gelememişti. Yoksa devrimini gerçekleştirme yolunda asıl kapışma daha henüz yaşanmamış mıydı?
Hikâyeye yeni eklemeler gerekti
Öyleyse bir taraftan “FETÖ” safsatasıyla korku pompalayarak büyüttüğü desteği diri tutmalı, diğer taraftan ülkenin başına daha büyük gaileler açarak halkın uyanmasına engel olmalıydı. Her diktatörün yaptığı gibi revizyonist hayallerinin peşinde artık çok daha büyük düşmanlara ve çok daha büyük “kahramanlıklar” göstermesine fırsatlar sunacak çok daha büyük belalara ihtiyacı vardı. Böylece Lozan muhabbeti daha kıvamına gelmeden Misak-ı Milli ve Musul rüyaları eşikte görünüverdi.
Humeyni ve Hitler gibi devrimini ve diktatörlüğünü pekiştirmek için Erdoğan’ın da dışarıda bir savaşa, içeride ise “vatan haini” diyebileceği “iç düşmanlara” ihtiyacı var. Çünkü, destekçilerinin fatanatizmini daha da kamçılamak, ezik kitleleri büyük zafer vaatleriyle mobilize etmek zorunda. Savaş ve dış düşman, “iç düşmanları” yok etmekte ihtiyaç duyulan vasatın oluşması için de şart. Onun içindir ki bir taraftan Suriye ve Irak’tan başlayarak Türkiye’nin asırlık sınırlarından duyulan tatminsizlik kaşınırken diğer taraftan kimlere karşı kullanılacağı özenle saklanarak Erdoğan yandaşları açıktan silahlandırılıyor.
Nihai kapışmanın muhatapları kim?
Sanmayın ki bu silahlanma zaten bir sosyal soykırımla yok edilen Hizmet Hareketi’ne karşı. Hizmet mensuplarının silaha, şiddete, çatışmaya en uzak insanlar olduklarını en iyi Erdoğan ve milisleri biliyor. Bu kitlesel silahlanmanın, kaçınılmaz olduğunu düşündükleri daha büyük ve daha kanlı bir kapışma için olduğundan asla şüpheniz olmasın. Fiili devrimin adının konularak resmiyet kazanması için eninde sonunda verilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündükleri bu nihai kapışmanın muhatapları kim olacak dersiniz?