[ANALİZ-KEMAL AY]
Geçen Cuma, Can Dündar’a 6 Mayıs 2016 günü, Dündar’ın daha önce bir süre cezaevinde yatmasına yol açan MİT TIR’ları davası görülürken silahla ateş açan saldırgan Murat Şahin tahliye edildi. 30 yıldan 47 yıla kadar hapsi istenen Şahin, saldırıyı ‘korkutmak maksadıyla’ gerçekleştirdiğini itiraf etmişti. Ancak mahkeme, “suçun niteliği, delillerin büyük kısmının toplanmış olması ve tutuklu kaldığı süre” gibi gerekçelerle Şahin’i tahliye etti.
Bu basit olay bize şunu gösteriyor: Eğer fikirlerinizi gazete, TV aracılığı ile dile getirirseniz ve fikirleriniz de iktidarın pek hoşuna gitmeyen şeylerse, “terörist” yaftası ile hapse girebilirsiniz. Ancak elinize silah alıp birilerini korkutmak, sindirmek vs. isterseniz, mahkemeler sizi uzun süre hapiste tutmak gereği görmezler. Belki başkalarını da sindirmek, korkutmak isteyebilirsiniz, mahkeme buna ne karışır?
‘Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!’
Türkiye’nin şiddet kültürüyle arasında artık perde kalmadı. 2013’teki Gezi Parkı olayları esnasında Atatürk Havalimanı’nda Tayyip Erdoğan’ı karşılayan AK Parti Gençlik Kolları, “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!” diye slogan attığında, bunların ‘heyecanlı çocuklar’ olduğu savunuluyordu. Bu ‘heyecan kasırgası’ zaman içerisinde Meclis’teki AK Parti grup toplantılarına, çeşitli mitinglere yansıdı.
Gezi Parkı’nın ardından 17/25 Aralık operasyonları da yaşanınca, Erdoğan’ın bir kült olarak varlığı tahkim edildi ve “Yedirmeyiz!” retoriği oluştu.
Türkiye ‘cihatçı’ ihraç etti
Bu arada, gözlerden uzak başka gelişmeler yaşanıyordu. 2011’de başgösteren Suriye İç Savaşı’na Türkiye’den çok sayıda cihatçı katılmış, bu militanların Türkiye’de eğitim gördükleri yahut Türkiye’den Suriye’ye silah satışı yapıldığı söylentileri ayyuka çıkmıştı.
Tam bu sırada Türkiye’nin gündemine ancak 4 yıl sonra gelebilecek olan, SADAT A.Ş. kuruldu. Emekli Tuğgeneral ve eski özel harpçi Adnan Tanrıverdi’nin kuruculuğunu üstlendiği, Nevzat Tarhan, Abdurrahman Dilipak gibi ilginç danışmanları olan bu şirketin gayesi ilginçti: “Türkiye’nin köklü askeri gelenekleri ve birikimini ihtiyacı olan ülkelere aktarmak. Kendi deneyimi ve birikimi olmayan ülkelerin silahlı kuvvetlerinin eğitim, strateji gibi ihtiyaçlarını karşılayacağız. Dünyada örneği çok. Türkiye’de ilk olacak.”
SADAT, Lice’de köy yaktı mı?
2012’de kurulan bu şirketle ilgili CHP milletvekilleri Meclis’e defalarca soru önergesi vermişti. Cevabı en çok merak edilen soru, SADAT’ın Özgür Suriye Ordusu militanlarını eğitip eğitmediğiydi.
Güneydoğu’daki operasyonlar başladıktan sonra ise, SADAT’ın ismi korkunç bir olayla birlikte anılmaya başladı. HDP Milletvekilleri’nin soru önergesi, SADAT’ın bir tür ‘kontrgerilla yapılanması’ olarak kurgulandığını, Güneydoğu’daki faili meçhullerle ve hatta Lice’de bir köyün yakılmasıyla ilişkili olduğunu iddia ediyordu.
Paramiliter kadro oluşuyor
SADAT’ın yanı sıra, Nokta Dergisi’nin ortaya çıkardığı bilgilere göre, Osmanlı Ocakları da ülkenin çeşitli yerlerinde ‘silahlı eğitim’ veriyordu. Emekli emniyet amirleri ve askerlerin buralarda ‘gönüllü kimseleri’ eğittikleri öğrenilmişti.
15 Temmuz darbe girişimi öncesi, şiddet sarmalı belirli bir olgunluğa gelmişti: Güneydoğu’da yeniden hortlatılan terör, sayısı artan faili meçhuller, mafyatik hareketlerin yeniden görünürlük kazanması, Sedat Peker’in ‘parti lideri gibi’ mitingler düzenleyip milleti ‘kanla’ tehdit etmesi, Gezi’den bu yana bilenen AKP kitlesinin, her meselede “Vur de vuralım!” noktasına getirilmesi…
Kitlesel öfkeyi, yani AKP’lilerin kızgınlığını artırmak içinse sürekli olarak Cemaat’in nazara verilmesi yeterliydi. İhanet, darbe, korku söylemi AKP’li seçmenin mantık dışı hareket etmesi ve propagandaya kapılması için yetti de arttı.
Bütün bunlara Erdoğan’ın uzlaşmaz tavrı ve ‘millet’ kavramının içini boşaltarak ülkenin yüzde 50’sini sürekli rahatsız eden açıklamaları eklenince, Türkiye’deki şiddet potansiyelinin kapsamı ortaya çıkacaktır.
‘İç savaş çıkarsa, ezer geçeriz’
15 Temmuz günü sivil halkın, darbeci askerlerin karşısına çıkabilmesinin sebebi olarak iktidar çevresi, “Demokrasi aşkı” söylemini uygun buldu. Ancak binlerce kişinin sokağa çıkabilmesinin bir sebebi Ergenekon, Balyoz sürecinden bu yana vurgulanan “darbelere karşı olma” duygusunun içselleşmesiyse, diğer sebebi de yukarıda zikredilen “Yedirmeyiz!” mantığının oturmasıydı.
Darbe girişiminden yaklaşık bir ay önce, yazar Levent Gültekin, üst düzey bir bürokratla Erdoğan arasında geçen bir konuşmayı nakletmişti. Erdoğan’ın yapacaklarını anlatması üzerine bürokrat, “Bu dediklerinin yarısını yap, iç savaş çıkar bu ülkede” dediğinde Erdoğan’dan “çıksın, ezer geçeriz” cevabını almış. (Bu söze bir yalanlama gelmedi.)
15 Temmuz’la birlikte, önce halkın bu tip durumlarda mobilize edilebildiği (Diyanet camilerinin buradaki aktif görevi unutulmamalı) görüldü, sonra TSK gibi ‘geleneği olduğu düşünülen’ bir yapının da Cemaat havucuyla tasfiye edilebildiği anlaşıldı.
Gökçek: Muazzam silahlanma oldu
Darbe girişiminden sonraki gelişmelere şöyle bir gözatalım:
– SADAT A.Ş. kurucusu Adnan Tanrıverdi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanları kadrosuna katıldı. (Yeni bir TSK çalışmasında başrolde olacak.)
– Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, bir TV programında, “Muazzam bir silahlanma oldu. Pompalı tüfeği alan evine atıyor. Sen yarın bir darbe yapmaya kalksan, senin elinde piyade tüfeği, keleş varken, bu kalkıp pompalı tüfeğiyle gelmeyecek mi?” dedi.
– Melih Gökçek’in çağrısına benzer bir çağrıyı, Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak da dile getirdi.
– Osmanlı Ocakları, Twitter’da “AK Silahlanma” etiketi ile paylaşımlar yapmaya başladı.
– Şiddet sarmalının içine emniyet birimleri de çekildi: Gözaltında işkence sıradan hâle geldi.
– Türkiye, sınırötesi operasyonlara başladı. Suriye’den sonra Irak’a da askerî harekât ihtimali doğdu. Bu arada Suriye’deki cihatçı örgütlerle yakın temas başladı.
Pakistan, Afganistan ya da İran
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Suriye krizinin patlak verdiği günlerde ‘Pakistanlaşma’ kavramını ortaya atmıştı. 1970’lerin sonunda Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal etmeye karar verdiğinde başlayan savaş, Afganistan’da radikal İslamcı cihatçıların yükselişini sağlarken, Pakistan’ın da istikrarını yitirmesine, topraklarında terör aktivitelerinin artmasına ve mülteci sağanağına maruz kalmıştı.
Türkiye’nin 15 Temmuz sürecinden sonraki hâli de Pakistan’a benziyor. Daha da fenası, Erdoğan’ın toplumu şiddete itme, ‘ölümü yüceltme’ girişimleri devam eder ve bu söylemler Suriye ya da Irak’taki aktif bir savaşla taçlanırsa, ülkede bir iç savaşın kaçınılmaz olacağı artık bütün sebepleriyle ortaya çıkmış durumda.
1979’da ‘devrim’ yapan İran’daki Mollalar, sonraki 8 yıl boyunca Irak’la savaşmış, zamanla bir ‘şehitlik kültü’ etrafında gittikçe kasvete bürünen bir rejim inşa etmişlerdi. Bu arada milyonlarca İranlı yurt dışında yaşamaya mahkum olmuş, milyonlarcası da İran sınırları içinde ‘açıkhava hapishanesi’ ortamında yaşamak zorunda kalmıştı.
Türkiye, böyle giderse Pakistan, Afganistan ve İran örneklerindeki gibi bir geleceğe sahip olacak. (TR724)
Bu basit olay bize şunu gösteriyor: Eğer fikirlerinizi gazete, TV aracılığı ile dile getirirseniz ve fikirleriniz de iktidarın pek hoşuna gitmeyen şeylerse, “terörist” yaftası ile hapse girebilirsiniz. Ancak elinize silah alıp birilerini korkutmak, sindirmek vs. isterseniz, mahkemeler sizi uzun süre hapiste tutmak gereği görmezler. Belki başkalarını da sindirmek, korkutmak isteyebilirsiniz, mahkeme buna ne karışır?
‘Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!’
Türkiye’nin şiddet kültürüyle arasında artık perde kalmadı. 2013’teki Gezi Parkı olayları esnasında Atatürk Havalimanı’nda Tayyip Erdoğan’ı karşılayan AK Parti Gençlik Kolları, “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!” diye slogan attığında, bunların ‘heyecanlı çocuklar’ olduğu savunuluyordu. Bu ‘heyecan kasırgası’ zaman içerisinde Meclis’teki AK Parti grup toplantılarına, çeşitli mitinglere yansıdı.
Gezi Parkı’nın ardından 17/25 Aralık operasyonları da yaşanınca, Erdoğan’ın bir kült olarak varlığı tahkim edildi ve “Yedirmeyiz!” retoriği oluştu.
Türkiye ‘cihatçı’ ihraç etti
Bu arada, gözlerden uzak başka gelişmeler yaşanıyordu. 2011’de başgösteren Suriye İç Savaşı’na Türkiye’den çok sayıda cihatçı katılmış, bu militanların Türkiye’de eğitim gördükleri yahut Türkiye’den Suriye’ye silah satışı yapıldığı söylentileri ayyuka çıkmıştı.
Tam bu sırada Türkiye’nin gündemine ancak 4 yıl sonra gelebilecek olan, SADAT A.Ş. kuruldu. Emekli Tuğgeneral ve eski özel harpçi Adnan Tanrıverdi’nin kuruculuğunu üstlendiği, Nevzat Tarhan, Abdurrahman Dilipak gibi ilginç danışmanları olan bu şirketin gayesi ilginçti: “Türkiye’nin köklü askeri gelenekleri ve birikimini ihtiyacı olan ülkelere aktarmak. Kendi deneyimi ve birikimi olmayan ülkelerin silahlı kuvvetlerinin eğitim, strateji gibi ihtiyaçlarını karşılayacağız. Dünyada örneği çok. Türkiye’de ilk olacak.”
SADAT, Lice’de köy yaktı mı?
2012’de kurulan bu şirketle ilgili CHP milletvekilleri Meclis’e defalarca soru önergesi vermişti. Cevabı en çok merak edilen soru, SADAT’ın Özgür Suriye Ordusu militanlarını eğitip eğitmediğiydi.
Güneydoğu’daki operasyonlar başladıktan sonra ise, SADAT’ın ismi korkunç bir olayla birlikte anılmaya başladı. HDP Milletvekilleri’nin soru önergesi, SADAT’ın bir tür ‘kontrgerilla yapılanması’ olarak kurgulandığını, Güneydoğu’daki faili meçhullerle ve hatta Lice’de bir köyün yakılmasıyla ilişkili olduğunu iddia ediyordu.
Paramiliter kadro oluşuyor
SADAT’ın yanı sıra, Nokta Dergisi’nin ortaya çıkardığı bilgilere göre, Osmanlı Ocakları da ülkenin çeşitli yerlerinde ‘silahlı eğitim’ veriyordu. Emekli emniyet amirleri ve askerlerin buralarda ‘gönüllü kimseleri’ eğittikleri öğrenilmişti.
15 Temmuz darbe girişimi öncesi, şiddet sarmalı belirli bir olgunluğa gelmişti: Güneydoğu’da yeniden hortlatılan terör, sayısı artan faili meçhuller, mafyatik hareketlerin yeniden görünürlük kazanması, Sedat Peker’in ‘parti lideri gibi’ mitingler düzenleyip milleti ‘kanla’ tehdit etmesi, Gezi’den bu yana bilenen AKP kitlesinin, her meselede “Vur de vuralım!” noktasına getirilmesi…
Kitlesel öfkeyi, yani AKP’lilerin kızgınlığını artırmak içinse sürekli olarak Cemaat’in nazara verilmesi yeterliydi. İhanet, darbe, korku söylemi AKP’li seçmenin mantık dışı hareket etmesi ve propagandaya kapılması için yetti de arttı.
Bütün bunlara Erdoğan’ın uzlaşmaz tavrı ve ‘millet’ kavramının içini boşaltarak ülkenin yüzde 50’sini sürekli rahatsız eden açıklamaları eklenince, Türkiye’deki şiddet potansiyelinin kapsamı ortaya çıkacaktır.
‘İç savaş çıkarsa, ezer geçeriz’
15 Temmuz günü sivil halkın, darbeci askerlerin karşısına çıkabilmesinin sebebi olarak iktidar çevresi, “Demokrasi aşkı” söylemini uygun buldu. Ancak binlerce kişinin sokağa çıkabilmesinin bir sebebi Ergenekon, Balyoz sürecinden bu yana vurgulanan “darbelere karşı olma” duygusunun içselleşmesiyse, diğer sebebi de yukarıda zikredilen “Yedirmeyiz!” mantığının oturmasıydı.
Darbe girişiminden yaklaşık bir ay önce, yazar Levent Gültekin, üst düzey bir bürokratla Erdoğan arasında geçen bir konuşmayı nakletmişti. Erdoğan’ın yapacaklarını anlatması üzerine bürokrat, “Bu dediklerinin yarısını yap, iç savaş çıkar bu ülkede” dediğinde Erdoğan’dan “çıksın, ezer geçeriz” cevabını almış. (Bu söze bir yalanlama gelmedi.)
15 Temmuz’la birlikte, önce halkın bu tip durumlarda mobilize edilebildiği (Diyanet camilerinin buradaki aktif görevi unutulmamalı) görüldü, sonra TSK gibi ‘geleneği olduğu düşünülen’ bir yapının da Cemaat havucuyla tasfiye edilebildiği anlaşıldı.
Gökçek: Muazzam silahlanma oldu
Darbe girişiminden sonraki gelişmelere şöyle bir gözatalım:
– SADAT A.Ş. kurucusu Adnan Tanrıverdi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanları kadrosuna katıldı. (Yeni bir TSK çalışmasında başrolde olacak.)
– Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, bir TV programında, “Muazzam bir silahlanma oldu. Pompalı tüfeği alan evine atıyor. Sen yarın bir darbe yapmaya kalksan, senin elinde piyade tüfeği, keleş varken, bu kalkıp pompalı tüfeğiyle gelmeyecek mi?” dedi.
– Melih Gökçek’in çağrısına benzer bir çağrıyı, Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak da dile getirdi.
– Osmanlı Ocakları, Twitter’da “AK Silahlanma” etiketi ile paylaşımlar yapmaya başladı.
– Şiddet sarmalının içine emniyet birimleri de çekildi: Gözaltında işkence sıradan hâle geldi.
– Türkiye, sınırötesi operasyonlara başladı. Suriye’den sonra Irak’a da askerî harekât ihtimali doğdu. Bu arada Suriye’deki cihatçı örgütlerle yakın temas başladı.
Pakistan, Afganistan ya da İran
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Suriye krizinin patlak verdiği günlerde ‘Pakistanlaşma’ kavramını ortaya atmıştı. 1970’lerin sonunda Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal etmeye karar verdiğinde başlayan savaş, Afganistan’da radikal İslamcı cihatçıların yükselişini sağlarken, Pakistan’ın da istikrarını yitirmesine, topraklarında terör aktivitelerinin artmasına ve mülteci sağanağına maruz kalmıştı.
Türkiye’nin 15 Temmuz sürecinden sonraki hâli de Pakistan’a benziyor. Daha da fenası, Erdoğan’ın toplumu şiddete itme, ‘ölümü yüceltme’ girişimleri devam eder ve bu söylemler Suriye ya da Irak’taki aktif bir savaşla taçlanırsa, ülkede bir iç savaşın kaçınılmaz olacağı artık bütün sebepleriyle ortaya çıkmış durumda.
1979’da ‘devrim’ yapan İran’daki Mollalar, sonraki 8 yıl boyunca Irak’la savaşmış, zamanla bir ‘şehitlik kültü’ etrafında gittikçe kasvete bürünen bir rejim inşa etmişlerdi. Bu arada milyonlarca İranlı yurt dışında yaşamaya mahkum olmuş, milyonlarcası da İran sınırları içinde ‘açıkhava hapishanesi’ ortamında yaşamak zorunda kalmıştı.
Türkiye, böyle giderse Pakistan, Afganistan ve İran örneklerindeki gibi bir geleceğe sahip olacak. (TR724)