[Emine Eroğlu]
“İlle de Lat, ille de Menat, ille de Uzza” diyenlerin yerini “ille de parti, ille de Tiran, ille de başkanlık” diyenler almıştı. Sosyal bellek yalanın, iftiranın, kıskançlığın, hasedin ayak izlerini takip ede ede, yalanın, iftiranın, kıskançlığın ve hasedin ta kendisi haline gelmişti.
Ardından teatral bir 15 Temmuz gecesi yaşadık. Darbe, muktedirler tarafından ganimet telakki edildi ve devlet, “bilerek ve isteyerek” kurban ettiği vatandaşlarının hesabını, kökünü kazımaya azmettiği bir cemaatten sormaya kalkıştı.
Körüklenen düşmanlıkla toplumsal mesafeler daha da açıldı.
Demokrasi, hukuk içinde kalmayı, halkın bir kısmının değil, tamamının vatandaşlık haklarını korumayı gerektirdiği halde nefret söylemi ülkeyi “yandaş” olmayanlar için yaşanmaz hale getirdi.
İnsafın o Yerde Nâmı Yok mu?
Başarılı olsa darbe hükümetinin yapacaklarını, bu kez darbeyi bastıran “seçilmişler” yapmaya başladı. Galeyan, zaten askıya alınmış “suçun şahsiliği” prensibini ezdi geçti!.. Katil ve tecavüzcüler serbest bırakıldı. Kadın, erkek, hamile, emzikli, hasta, yaşlı demeden masum insanlar tıklım tıklım hapishanelere dolduruldu.
Başları tekmelenen askerciklerin, dün kornalarla uğurladıkları kendi oğulları olduğunu duymadı vicdanlar. İşsiz bırakılmış komşularının ciğergâhından yükselen “ah!”ları da. Zindanlardaki iniltileri de…
Kıyas-ı nefs etmeyi bilmeyenler mürüvvet de edemedi, merhamet de. Değil mi ki zafer kazanılmıştı, kutlanmayı da hak ediyordu!
Şeyh Galib’in meşhur tardiyesinin son mısraı takıldı dilime:
“İnsafın o yerde nâmı yok mu?”
Yoktu demek ki!..
İlk Müslümanlar
Yerinden, yurdundan, insanî haklarından edilmişlerin aklına hep ilk Müslümanlar geldi. Yıllarca komşuluk, dostluk ettikleri, kimileri yakın, kimileri uzak akrabaları, onca insanın birden “apaçık bir düşman” kesilişi karşısında aynı şeyleri hissetmiş olmalıydılar. Üstelik tefrika çıkartmakla, bozgunculuk yapmakla suçlanıyorlardı.
Ya o dostlar, akrabalar? Müslümanların açlıkla pençeleşerek geçirdikleri üç seneye nasıl seyirci kalmışlardı? Nice yaşlı ve çocuğun hayatını kaybettiği boykot yılları, neden vicdanlarında zerre kadar acıma hissi uyarmamıştı? Ümmü Cemil, Hz. Hatice’nin sağlığının ne kadar bozulduğunu görmüyor muydu meselâ? Hayatında yokluk görmemiş bu asil kadının bedenen ne kadar yıprandığını, kalbinin ne denli kırıldığını!..
Deliliğin Sıradanlaşması
Hadler bir daha geri dönülemeyecek şekilde aşılmış, delilik alabildiğine sıradanlaşmıştı. Anne-babalar bile kendi elleri ile büyüttükleri, güvenilirliğine herkesten çok şahitlik ettikleri evlatlarının “terörist” olduğuna inanır olmuş, “İlle de Lat, ille de Menat, ille de Uzza” diyenlerin yerini “ille de parti, ille de Tiran, ille de başkanlık” diyenler almıştı. Sosyal bellek yalanın, iftiranın, kıskançlığın, hasedin ayak izlerini takip ede ede, yalanın, iftiranın, kıskançlığın ve hasedin ta kendisi haline gelmişti.
Tüm fırsat ve imkânlar “intikam”ın emrindeydi artık. Plan adım adım işliyordu. Ebu Cehiller, Ebu Lehebler, Yezidler, Haccac-ı Zalimler yol bulup hayatımızın içine kadar sokulmuş, hakperest mazlumları kırk katırla, kırk satır arasında tercihe zorluyordu.
Kötülüğün Motivasyonu
Yaşamak zorlaştıkça anlamak kolaylaştı. Bugün zulmü arşa dayandıran kötülüğün motivasyonu neyse, dün Ümmü Cemil’inki de oydu.
Ebu Leheb’in karısıydı. Ebu Süfyan’ın kız kardeşi. Efendimiz (sav)’in yengesi. Hz. Hatice’nin on yıllarca komşusu…
Zengin ve güçlü bir aileye sahip olmanın tüm ayrıcalıklarına sahipti. Sınanmadığı sürece de “iyi” biriydi.
Sevenin sevdiğine, eşlerin birbirine -hatta sureta- benzediği doğrudur. Ümmü Cemil’in Ebu Leheb’i, Ebu Leheb’in Ümmü Cemil’i kışkırtıp kötülüğe teşvik ettiği de. Ama şirretliğini hiç eksiltmeden devam ettirebildiğine Ümmü Cemil’in nefret ateşi içeriden besleniyor ve hiç sönmeden yanıyor olmalıydı.
Ağzı bozuk, hırçın ve kindardı. Efendimiz’e (sav) karşı yapılan edepsizce muamelelerin pek çoğuna iştirak etmekle kalmıyor, bundan derin bir zevk duyuyordu. Şimdilerde çokça tanık olduğumuz acıtmak, incitmek, yaralamak, horlamak, alay etmek, aşağılamak yarışında “göze girenler”in dışa vurduğu sadistçe bir zevk!..
Yoksa derdi, hakikati öğrenmek olan birisi, vahyin kesintiye uğradığı kısa dönemde “Ne o, arkadaşın seni terk etti galiba!” diye sorar mıydı?
Nereden bilsin ki, ezelî bir kelam dünya semasına indirilmiş, hem Nebî’yi (sav) hem onun takipçilerini teselli etmek için nüzul sırası bekliyordu: “Rabbin seni terk etmedi!…” (Duhâ Suresi, 3. ayet)
Kötülüğün Sirayeti
Allah Resulü’nün kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evli olan oğulları Utbe ve Uteybe de anne ve babalarından etkilenerek Efendimiz’e karşı düşmanca duygular beslemiş ve eşlerini boşamışlardı.
Hatta edepten yoksun ve alabildiğine hoyrat bir kimliği olan Uteybe, eşinin Müslümanlığını sezince onu kolundan zorla tutarak babasının huzuruna getirmiş ve Efendimiz’in (sav) yakasına yapışarak “Al kızını, onu boşuyorum” deme küstahlığında bulunmuştu. (Allah Resulü’nün Uteybe’ye bedduası ve Uteybe’nin Yemen taraflarında bir aslan saldırısına uğrayarak ölümü tarihi kaynaklardan okunabilir.)
Odun Hammalı
Nefret psikolojisinin taşkınlığı, Ümmü Cemîl’e bütün gururunu ayaklar altına aldırıyor ve o güne göre köle ve cariyelerin yapacağı bir işi yaptırıyordu. Etrafında hizmetçilerin pervane gibi döndüğü, şatafata düşkün bu mağrur kadın, “eziyet etmek” söz konusu olduğunda sırtında hammallar gibi odun taşıyor, boynuna ip takıp diken toplamaya gidiyordu.
Gece uykularını bölüyor, Allah Resûlü’nün yürüdüğü yollara diken döküyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunlar yüklenip geliyordu.
Kur’an onun için “hammâlete’l-hatab” diyor. Yani “odun hammalı. Üstelik kendini ve ailesini yakacak ateşe sonsuza kadar odun taşıyan bir hammal.“ hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde!”
Görünüşte Efendimiz’e (sav) zarar veriyor, ama aslında o da kocası gibi, kendi hayatını ve akıbetini berbat ediyordu:
Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak… karısı da… odun taşıyıcı olarak… hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.” (Tebbet Suresi 1-5)
Zulüm bir ateştir ve her zalim o ateşin odun hammalıdır. Zahirde zulüm ateşinde masumlar yanar. Hakikatteyse, ayetin açık beyanında görüleceği gibi, tutuşturduğu “ateş”, zalimin sonsuz mekânıdır.
Zulüm Ateşine Odun Taşıyıcıların Annesi
Ebu Leheb’i anlattığım o yazımı,
“Evet, o Ebu Leheb’in elleri kurusun. Çünkü o sadece “ateşin” değil, en yakınlarına kâfirlerin reva görmediği zulmü reva gören bütün “ateşe yaslanmışların” babası. Komplocuların. Parasının, malının, makamının, oğullarının kendisine fayda vereceğini zanneden gafillerin. İmkânlarını zulüm için seferber edenlerin. Menfaatlerini din haline getirip, hayatın ahengini bozanların. Ferdi millete, milleti devlete, devleti muktedire feda edenlerin. Akrabalığı, komşuluğu, dostluğu heder edenlerin. Allah’ın beklentisiz, iddiasız, adanmış, “sıradan” insanlara yaptırdığı hizmetleri kıskananların. Hasetlerinden yüzlerini asanların, dillerini uzatıp ömürlerini kısaltanların.
Ebu Leheb sadece ateşin değil, yakınımızdaki uzakların, dizimizin dibindeki Yemenîlerin de babası.” diye bitirmiştim.
Masumlara cevr ü cefanın artıp zulmün arş-ı alâya dayandığı noktada Ümmü Cemil için de aynı şeyleri düşünüyorum.
Zulüm bir ateştir ve her zalim o ateşin odun hammalıdır.
Zahirde zulüm ateşinde masumlar yanar. Hakikatteyse, ayetin açık beyanında görüleceği gibi, tutuşturduğu “ateş”, zalimin sonsuz mekânıdır.
Ve Ümmü Cemil, sadece kendi çocuklarının değil, “zulüm ateşine odun taşıyan” herkesin annesidir.