Huffington Post’ta çıkan ‘Erdoğan’ın Türk devletinin geleceği ve birikimi ile savaşı’ adlı yazıda Türkiye’deki cadı avı ve tasfiyenin Türkiye Cumhuriyeti’ne verdiği zarar irdelendi. İşte o yazı:
“Türkiye’de 100 bin insan işinden kovuldu. Türkiye güvenli bir ülke değil. Ülkede büyük karışıklık var.”
Polisin, bir Türk vatandaşı doktordan ele geçirdi notta bunlar yazıyordu.
Darbe girişimi sonrası yaşanan büyük tasfiyede işten atılan ve lisansı iptal edilen bu doktor bir botla Türkiye’den Yunanistan’a kaçıyordu. İngilizce bilmediği için cüzdanında taşıdığı bu notla Yunan yetkililerine iltica etmek istediğini belirtiyordu. Yunanistan-Türkiye uzun bir zamandır, Suriyeli mültecilerin yanı sıra Somali ve Afganistan gibi gelişmemiş ülkelerin göçmenleri için geçiş rotası durumunda. Şimdilerde, bu botlar, aykırı görüşte olanlara baskı genişledikçe hayatlarını kurtarmak için Türkiye’den kaçan akademisyenler ve muhalif gazetecilerle dolu.
Basit bir benzetme gibi gözükebilir, ancak mahiyeti ve doğası yönünden Türkiye’de yaşanan büyük mezalim tarihteki benzer örneklerinden daha aşağı kalır değil. Nazilerin 1930-40’lardaki siyasi muhalif ve etnik azınlıklara uyguladığı kıyım, 1936-38 arasındaki büyük Stalin terörü veya 1979 İran Devrimi sonrası seküler ve solcu muhaliflere yönelik tasfiye. Hepsi Türkiye’de devam eden zulüm ile benzerlik gösteriyor.
Birinci örnekte yaşananlar, sanayisi gelişmiş, çalışmalarında Avrupa aydınlanmasının en büyük vaadinin; rasyonel ve bilimsel yönden gelişmiş bir toplum olduğunu söyleyen Frankfurt akımı felsefecilerinden Theodor W.Adorno ve Max Horkheimer’ın Almanyası’na çok fazla tehdit ve zarar oluşturmamış olabilir.
Ancak diğerlerinde tasfiyeler, Sovyetler Birliği, İran ve Türkiye’de devlet aygıtı üzerinde derin, zayıflatıcı iz bıraktı.
Faşizmin yükselmesiyle Almanya’da, Nazi yönetimi ülke genelinde saf toplum ve âri ırk oluşturmak için harekete geçti ve devlette çalışan Yahudileri temizlemek için büyük tasfiye başlattı. Edebiyatta, sanatta, siyasi ilimler veya herhangi bir alandaki çağın dahi nesli, her yeri yakıp kavuran, sonrasında da milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanacak dehşet verici katliama dönüşecek bu tasfiyeden yakasını kurtaramadı.
En çarpıcı olanı ise Naziler, rejim düşmanı diyerek her türlü siyasi görüş ve çizgiden yetenekli kişileri sistematik bir şekilde hedef aldı. Ian Kershaw’ın Adolf Hitler’le ilgili yazdığı kendi hayat hikayesinde açıkça belirttiği gibi, 1933’te Naziler iktidara geldikten hemen sonra binlerce Komünist toplama kamplarına konulur. Sonrasında, Romanlar, Çingeneler, Alman Yahudileri en büyük hedef haline gelir. Adım adım, otoriter uygulamalar diğer grup ve etnik azınlıkları içine alır. Zulümden en çok Holocaust’a maruz kalan Yahudiler çeker.
Anti-Semitik hevesleri o kadar şiddetlidir ki, Naziler, ülkenin en yetenekli insanlarını, doktorlarını, müzisyenlerini, bilim insanlarını, mimarlarını, topluma faydası olan kim olursa hepsini hedef alırken hiç tereddüt etmezler.
Benzer bir şekilde deneyimli insanlara yönelik siyasi savaş ve baskı; Parti elitlerini, önde gelen sanatçıları, kültürel kişilikleri, bilim camiasının saygın üyelerini hedef alan Stalin dönemi tasfiyeler ve terörde de görülebilir. Stalin terörü, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesi 1930’ların sonlarına doğru, Sovyet ordusunu yetişmiş deneyimli general ve askerlerden mahrum bıraktı. Stalin’in paranoyası kendisini o kadar sarmıştı ki, başat düşmanı, Sovyet Devrimi’nin üç temel direğinden birisi Leon Trotsky’ye karşı küresel bir av başlatmış ve Trortsky’nin 1940’da Meksika’da öldürülmesini organize etmişti. Yazarlar, sanatçılar ve diğer seçkinler, totaliter devlet ve toplumların karanlık yüzünün çirkinliklerini anlatan George Orwell’in çığır açan kitabı 1984’ün en temel konusu, her yeri kuşatmış Büyük Birader’in irdeleyici bakışı altında hiç bir zaman kendilerini rahat ve güvende hissetmediler.
1953’te Stalin ölümü, parti elitleri arasında rahatlama hissi oluşturmuş, halefi Kuruşev siyasi infazları durdurmaya, barış ve güven ortamı inşa etmeye söz vermişti.
Stalin sonrası dönemde bile Sovyet bilim insanları ülkeyi terk etmeye devam etti. Sovyetleri mahcup ve şaşkın bırakırcasına, sporcular Olimpiyat Oyunları’nı, ev sahibi ülkeye iltica etmek için bir fırsat olarak kullandı. Öyle ki bölünmüş Almanya’nın aslında Avrupa’nın sembolü Berlin Duvarı bile, kararlı Doğu Almanların, o zamanın refah ve özgürlük toprağı görülen Batı’ya kaçışını engelleyemedi.
Aynı vahim yoldan İran da geçti. İran-Irak savaşı öncesi, bir zamanlar ABD’nin müttefiği ve bölgenin en güçlüsü olan İran ordusundaki büyük tasfiye, ordudaki deneyimli generallerin sayısını sert bir şekilde düşürdü. Öyle ki, ordudaki tasfiyenin Saddam Hüseyin’in İran’a savaş açma sebeplerinden biri olduğuna inanılır.
Ve savaş, yeni rejimi kuvvetlendirecek, siyasi muhalifleri bastıracak, tüm devlet aygıtını kendi düşünce ve görüşüne göre yeniden şekillendirecek dini kurallara gerekli mazuriyet ve imkanı verdi. ABD’de İran’ın hatırı sayılır bir diasporası var. Çoğunluğu 1979 devrimi sonrası ülkedeki teokratik İslam rejiminden kaçanlar. Laik veya solcular için, eğer ülkede kalmak isterlerse, kendilerini yeni rejimin ihtiyaçlarına göre düzeltmeye zorlanabilecekleri çok açıktı. Bazıları kaldı, bazıları gitti.
Şimdi Türkiye de aynı yolda. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, 100.000 den fazla kamu çalışanı tasfiye edildi. En az 70.000 kişi göz altına alındı ve 32.000 kişi hapse atıldı. Yaşananlar hangi toplumda olsa doktorları, beyaz yakalıları, iki tarafı ağır silahlı Türk-Yunan sınır muhafızlarının kontrolünde olan bir nehir boyunca böylesi vahim bir yolculukla hayatlarını riske atmaya iterdi.
Hükümet, baskıda öylesine fütursuzdu ki, darbe sonrası 35 hastaneyi, 15 üniversiteyi, 1043 özel okul ve liseyi, 1229 dernek ve vakfı, 19 sendikayı sırf ABD’de yaşayan din adamı Fethullah Gülen’den ilham alan bir hareketle irtibatlı diye kapattı. Bir Ermeni hastanesini de kapsayan hastanelerin kapatılması kararı ortaya çıktığı zaman herkes yapılanların ardındaki gerekçeyi merak etmeye başladı. Neden hastaneler? Bir çok soruda olduğu gibi bu soru da cevapsız kaldı.
Ancak bu tutum, muhaliflerle ilintili kurumları hedef alan hükümetin politikalarına gizlenmiş akıldışı yaklaşımın köklerini gözler önüne seriyor. Doktorlar bile Erdoğan hükümetinin gazabından kaçamıyor. İç karartıcı şartlarıyla akademik dünya o kadar talihsiz durumda ki, profesörlerin bile mültecilerle birlikte Yunan adalarına giden lastik botlara binerek şanslarını denediği söyleniyor.
Darbe öncesi de baskı ve tasfiye vardı, ancak sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eşi görülmemiş bir büyüklüğe ulaştı. Darbe sonrası tasfiyenin kapsamı ve tabiatı, aykırı görüşte olan herkese şüpheyle bakılmasını öylesine meşrulaştırdı ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan sadece darbecilerin değil kendisine sadık olmadığını düşündüğü herkesin peşine düştü. Darbe girişimi akamete uğrarken, Erdoğan kalkışmayı orduyu temizlemek için “Allah’ın bir lütfu” diye tanımladı. O zamandan bu zamana yaşananlar, Erdoğan’ın siyasi düşman ve muhalifleri ile uğraşırken dediğini yapacak biri olduğunu bir kez daha ispatladı.
Türkiye’de yaşanan tasfiyenin tabiatı üzerinde durulmayı hak ediyor. Erdoğan’ın başat düşmanı Gülencilerin peşine düşmek bahanesiyle hükümet, kamudan her türlü görüş ve düşünceden akademisyen ve çalışanın işine son verdi. Türk makamları bilim insanlarının, akademisyenlerin, doktorların, Tarım Bakanlığı çalışanlarının, yerel yönetim personellerinin, valilerin, kaymakamların, polislerin, hakimlerin, savcıların, veterinerlerin, öğretmenlerin görevlerine, tüm kurumları etkileyen büyük tasfiyeyle son verdi. Hava Kuvvetleri pilotlarının büyük bölümünü ordudan attı, öyle ki, Ankara yönetimi bir ülkeyle savaşa girecek olsa uçakları kaldıracak deneyimli, yeterli sayıda pilot azlığı sıkıntısıyla karşı karşıya. Neredeyse General ve Amirallerin yarısı ordudan atıldı, 3500 hakim ve savcı kovuldu, 50.000 civarında öğretmen işini kaybetti, 20.000’den fazla polis, 30 vali, ve onbinlerce diğer kamu çalışanı ya işini kaybetti ya da açığa alındı.
Ve bu insanların büyük bir kısmı şimdi hapiste. Hatta hükümet, darbe sonrası tutuklamalara yer açmak için 38000 mahkumu salıverdi.
Türkiye’de yaşanmakta olan trajedinin gerçeküstü yapısı sanki, yirminci yüzyılda totaliterlikle ilgili herhangi bir siyasi makale veya yazıda alıntılanan Orwell’in 1984 kitabında açıkça tasvir edilen kabus gibi ütopyayı kanıtlamaya çalışıyor. Her ne kadar boyut ve şiddeti farklı olsa da, benzerlikler daha az çarpıcı değil bilakis mevcut şartlar içinde daha çok şoke edici. Sosyal korku ve güvensizlik, toplumun geneline yayılmış, insan avı halk ve kamu çalışanları ile amir-memur arasındaki ilişkileri zehirledi. Ordu ve emniyet teşkilatında derin çatlaklara yol açtı. Partiye bağlılık liyakatın önüne geçti, görevde yükselme kişinin Cumhurbaşkanına ne kadar sadık olduğunu ispatlama isteğine dayanır oldu. Şimdiye kadar binlerce kişinin başına geldiği gibi, bir cep telefon uygulamasını indirmekten dolayı insanların hapse atılabildiği bir ülkede kimse kendisini güvende ve emniyette hissetmiyor.
Türkiye’deki tasfiye efsanenin ne zaman biteceğini tahmin etmek zor, ancak şurası kesin ki, toz bulutu dağıldığında tasfiyenin tahrip edici sonuçları açık ve daha kötü bir şekilde ortaya çıkacak.