Havuz Problemi: Boyalı Basından Sarı Gazeteciliğe…

[AKİF UMUT AVAZ]
Aeschylus’un bundan tam 2500 yıl önce söylediği “savaşta verilen ilk kayıp gerçektir” sözü belki de en fazla bugün için geçerli. Erdoğan’ın tam teşeküllü bir dikta rejimi kurma sürecinde adını bizzat kendisinin “cadı avı” koyarak Hizmet Hareketi’ne karşı başlattığı kuralsız savaşta da en fazla kayıp gerçekler cephesinde veriliyor. En fazla yarayı hakikat alıyor. En fazla acıyı hakikat ehli çekiyor.
Keyfi ve hukuksuz Erdoğan rejimi belli ki “savaş zamanı, hakikat o kadar kıymetlidir ki yalanlardan bir duvarla korunur” diyen Churchill’in mirasını devralmış. Ve pek ahlaki diyemeyeceğimiz bu meşum mirasa sıkı sıkıya bağlılık gösteriyor. Churchill’in parçası olduğu İngiliz yönetimi Birinci Dünya Savaşı sırasında girişilen propaganda savaşlarında etkin bir şekilde kullanılacak yalanların üretimini kurumsal sistematiğe bağlayan“Wellington House” gibi merkezler bile kurmuştu. Ama, başta MİT ve Cumurbaşkanlığı’nda olmak üzere benzer gizli merkezleri kurmanın yanısıra en ufak farklı sese tahammül edemeyen Erdoğan rejiminin eriştiği yalanlarla süslenmiş sansayonel kara propaganda malzemeleri üretme ve bu yalanları en ücra köşelere bile yayma kapasitesini Churcill ve benzerleri rüyalarında bile görememişlerdi.
Sadece Hitler’in Almanya’da gücünün zirveye ulaştığı dönemle mukayese edilebilecek bir tek sesliliği başaran Erdoğan, hakikaten muazzam, muazzam olduğu kadar da ahlaksız ve acımasız bir kara propaganda imkanına kavuşmuş durumda.  Kimilerinin adına “havuz medyası”, kimilerinin ise “foseptik medyası” dediği, işadamlarının, TV kanallarının ve gazetelerin gönüllü ya da zoraki katılımlarıyla her geçen gün biraz daha irileşen yalan ve iftira imparatorluğu “sarı gazeteciliğin” de en iğrenç örneği haline geldi.
Farklı ve bağımsız kalmakta, ahlaki gazetecilik yapmakta direnen medya organlarının tek tek ya da toplu olarak zorla kapatıldığı bir vasatta karakteri ve kimyası zaten “sarı gazetecilik”e uygun olan “boyalı basın”ın kendilerinden beklenen tiksinti verici rollere ve konumlara uyumda hiç de zorlanmadıkları görüldü. Psikoloijik harekat amaçlı medya desteğine ihtiyaç duyulan tüm baskıcı dönemlerde olduğu gibi 28 Şubat Süreci’nin ve Ergenekon’un da kara propaganda aracı olan medya gruplarının kirli gazetecilikteki başarı ve tecrübeleri gibi siyasal İslamcı despotizme uyumdaki başarıları da şaşırtıcı değil.
Hürriyet’ten Sabah’a, Akşam’dan Milliyet’e uzanan psikolojik harekatın geçmişten bugüne yayın merkezleri olan aktörlere medyaya oldukça geç giren Ciner Grubu’nun da uyum sağlamakta gecikmediği görüldü. Doğuş’un şevkle ve Doğan’ın ite kakıla bir parçası olmaktan yüksünmediği havuz medyası; gazeteleriyle, televizyonlarıyla, radyoları ve online yayınlarıyla Türkiye’yi, farklıymış gibi gözüken çeşitli kanallardan aynı sesin, aynı görütünün, aynı yalanların ve aynı iftiraların ahlaksızca boca edildiği, medyatik kitlesel linçlerin ve karakter suikastlerinin sıradanlaştığı bir karabasanlar ülkesine çevirdi.
gazeteyandas
Belki bu dönemin geçmişin tek merkezden yönetilen kara propaganda dönemlerinden bir farkı varsa o da hafızalarda bıraktığı nahoş izleriyle “dindar ve muhafazkar” görünümlü müptezel propaganda müsveddelerinin çay ve kahve lekeli yalan ve iftiralarıyla bu yalancı ve iftiracı güruhun lokomotifi haline gelmeleri oldu. Doğrusu sarı gazetecilikteki refiklerini aratacak performanslarıyla karaktersiz dinbazların yıllarca gizlemeyi başardıkları bu ahlaksız becerileri önünde  ancak şapka çıkarılır.
Nasıl ki, işçi haklarını savunuyor gibi yaparak işverenin ve sermayenin çıkarlarına hizmet eden sarı sendikacılığın gerçek sendikacılıkla ilgisi yoksa Erdoğan rejiminin bir jenaratör gibi ürettiği haram parayla semirttiği havuz medyasına hakim olan sarı gazeteciliğin de gerçeklerle ve gerçek gazetecilikle bir ilgisi yoktur. Öyle ki “nedir bu sarı gazetecilik?” sorusuna artık kestirmeden  “Despotik rejiminin yalan ve iftiralarla tek sesli kara propaganda makinasına dönüştürdüğü gazeteciliktir” cevabını bile verebiliriz.
Mesleki bir sapma olarak sarı gazeteciliğin kökeni 1800’lerin sonuna kadar uzanır. Bugün adına prestijli gazetecilik ödülleri verilen Joseph Pulitzer ile 1940’larda Orson Welles’in ‘Yurttaş Kane’ filminde konu edilen hırslı medya patronu William Randolph Hearst’in arasındaki rekabetin gazetelerini ve o gazetelerdeki gazeteciliği soktuğu tuhaf hal olarak bilinir. Zaten “sarı gazetecilik” ismi de Pulitzer’in gazetesi New York World’ün pazar ekinde basılan “Hogan’s Alley” isimli bir karikatürün “The Yellow Kid – Sarı Çocuk” lakaplı çizgi karakterine dayanır.

https://www.youtube.com/watch?v=ttyQbRRFlZE
Sokak ağzıyla konuşan bu çizgi karakter hayli popüler olunca, Hearst’in New York Journal’ı, tıpkı Erdoğan’ın yüksek paralarla kalemlerini satın alarak Havuz’a kattığı pek çok ünlü(!) ve uyum kabiliyeti yüksek gazeteci gibi, Pulitzer’e çalışan pek çok gazetecinin yanısıra “Sarı Çocuk”un çizeri Richard Felton Outcault’u da ekibine katmıştı. Ancak “Hogan’s Alley”nin telif hakkı Pulitzer’de olduğu için, “Sarı Çocuk” iki gazetede birden yayımlanmış ve bu durum sözkonusu iki gazeteye sonradan “Sarı Çocuk Gazeteleri” adı verilmesine yol açmıştı. “Sarı gazetecilik” kavramı zamanla buradan türemiş ve ilerleyen zamanlarda benzer tarz yayın yapan gazeteler için aşağılayıcı bir tanımlama olarak yaygınlık kazanmıştı.
Tabii ki “sarı gazetecilik” bir karikatür üzerindeki çekişmeden ibaret değildi. İki gazetenin girdiği tiraj kavgası, sansasyonel, sığ, demagojik, gerçeklerden kopuk, masa başında kurgulanan haberlerle dolu bir gazetecilik diline savrulmalarına neden olmuştu. Rekabet ve tiraj kaygısıyla başlayan sarı gazetecilik, olgulardan ziyade sansasyona, gerçeklerden ziyade kurguya ve yalana, akıldan ziyade okuyucuda yaratacağı duyguya odaklanmıştı. Büyük puntolu sansasyonel başlıklar altında yalan yanlış, abartılı, süslü haberler yapıp durmuşlardı.
Pulitzer ve Hearst’in muazzam tirajlara ulaşarak büyüyen sarı gazeteleri, tıpkı Erdoğan’ın Havuz medyası gibi, daha ziyade ABD şehirlerinin varoşlarını, eğitimsiz, cahil ve yoksul kesimlerini hedef almıştı. Renkli sayfalar, bol fotoğraf, çizimli anlatımlar ve büyük puntolarla devasa başlıklar boşuna değildi. Daha ziyade göçmenlere, cahil ya da düşük eğitimli toplumsal kesimlere hitap ediyorlardı. Haber diye sunulan yalan ve uydurmaya dayalı banal ve sansasyonel hikayeler, hitap ettikleri kesimlerin ortalama banalliğinin bile üzerinde olmak zorundaydı ki ilgileri canlı tutulabilsin. Bunlar kasaba kadınlarının temelsiz ve tehlikeli dedikoduları kadar zararlı ve çirkindi. Daha kötüsü yapılan yayınlar halkın bu yöndeki beklentilerini körükler ve beklediklerini de fazlasıyla verirdi.
Pulitzer ve Hearst’in sarı gazetelerinin Erdoğan’ın yalan ve iftira medyasından önemli bir farkı vardı. Okuması zayıf göçmenler ve eğitimsiz kesimler belki de mecra alternatifsizliğinden bu gazetelere para veriyordu. Oysa Erdoğan’ın tek ses haline getirdiği medya sayesinde etkilemekte ve kandırmakta hiç zorlanmadığı yoksul ve cahil kitlelerin para vermelerine bile gerek kalmıyor. Havuz’un yalan müsveddelerinin toplamda yüzbinleri bulan nüshası her gün çeşitli formüllerle ücretsiz dağıtılıyor. Zaten yalan ve iftira üretim merkezi vazifesi gören Erdoğan’ın sarı gazetelerinin, sarı gazetecilerinin ve sarı aydınlarının ürettiği her malzeme onlarca televizyondan oturma odalarına ve hayatın her alanına erişebiliyor.
Bir diğer fark ise, ABD’de o dönemde bile Pulitzer ve Hearst’in büyük ölçüde yalana ve uydurmaya dayalı sarı gazeteciliğine tepki gösteren yaygın, güçlü ve ciddi medya kuruluşlarının yanısıra, kitleleri kandırmaya yönelik bu tür şaklabanlıklara örgütlü boykotlarla yaptırım uygulayabilecek bilinçli bir sivil toplumun olmasıydı. Erdoğan rejimi ise geride ne gerçekleri yüzüne haykıracak alternatif bir medya ne de omurgalı bir sivil toplum bıraktı.

Bu medya sayesinde Süleyman Şah Türbesi’nin korkak fareler gibi bir gece ansızın kaçırılması büyük bir zafer gibi, 17/25 Aralık 2013’te suçüstü yakalanan rüşvetçiler ve kirli adamlar birer mağdur gibi sunulabildi. Yüzmilyonlarca dolarlık rüşvetler masumlaştırılırken, şu ya da bu sebeple evinde, cebinde 1 dolarlık banknotlar bulunanlar darbecilikle, ihanetle suçlanıp derdest edilebildi.

Konuyla ilgili bir kitabında W. Joseph Campbell, sarı yalanlarıyla sarı gazeteciliğin sofistike gerçekliği olduğu gibi anlatmaya çalışan ciddi gazetelerden pek bir şey anlayamayan “sarı insanlara” hizmet ettiğini savunur. Fikirden ziyade slogana, anlama çabasını gerektiren zorlu uğraşlar yerine ucuz komplo teorilerine, gerçek yerine kurguya, palavralara ve yalana dayalı sarı gazetecilik etkin olduğu oranda tehlike de büyümüş demektir. Hele hele alternatif tüm bilgi ve haber kaynaklarının görülmedik bir despotizmle kapatıldığı, karartıldığı, sansürlendiği ve yok edildiği Erdoğan rejiminde oduğu gibi sarı gazetecilik medya tekeli durumuna gelmişse o ülkede artık iş işten geçmiş demektir.
Campbell, sarı gazeteciliğin yol açtığı tehlikeyi şöyle bir analojiyle izah etmeye çalışır: Sarı bayrak salgın hastalıkların başgösterdiği karantinaya alınmış yerleri, cinayet ve benzeri olayların vuku bulduğu ve mutkala uzak kalınması gereken olay mahallerini işaretler… Hummanın en tehlikelisi “sarı” ile anılır ve kapkara kusmalarla sonuçlanır.
İşini ciddiye alan ve temel ahlaki ilkelere göre gazetecilik yapmakta direnen Amerikalı meslektaşlarımız, sarı gazetelerin dürüst gazetelerle değil ancak pornografik ve profan yayınlarla mukayese edilebileceğini savunuyorlardı. Bizde ise durum o kadar kötü ki bunu diyebilecek nitelikteki gazeteciler bunları diyebilecekleri tüm mecralardan yoksun durumdalar. Geriye ise her gün onlarca gazetenin birinci sayfaları ile birlikte birçok sayfalarını süsleyen, aynı amaca yönelik birbirinden saçma, yalan, iftira ve uydurmalarla dolu bir foseptik medyası kaldı.
Bu medya sayesinde Süleyman Şah Türbesi’nin korkak fareler gibi bir gece ansızın kaçırılması büyük bir zafer gibi, 17/25 Aralık 2013’te suçüstü yakalanan rüşvetçiler ve kirli adamlar birer mağdur gibi sunulabildi. Yüzmilyonlarca dolarlık rüşvetler masumlaştırılırken, şu ya da bu sebeple evinde, cebinde 1 dolarlık banknotlar bulunanlar darbecilikle, ihanetle suçlanıp derdest edilebildi. Hedefe konulan masum insanlarla ilgili akla hayale gelmedik suçlamalar ve iftiralar havada uçuşurken, iftiraya hedef olanların haklarındaki gerçekleri dile getirme imkanları tamamen yok edildi. İftiralarla içeri atılanları savunmak isteyen avukatların bile tutuklandığı bir ortamda meydan, değerli ve kutsal olan neleri varsa ihanet etmeleri pahasına, sarı gazeteciliğe yepyeni anlamlar katan yalan, uydurma ve iftiralarıyla rejimin sarı gazetecilerine kaldı.