Mao’dan Erdoğan’a: Perinçek’ın Aşkı

[AKİF UMUT AVAZ]

Recep Tayyip Erdoğan, demokratik ve özgürlükçü bir kadro hareketi olarak başlayıp demokratik yollardan iktidara geldikten sonra 21. yüzyılda nasıl diktatör olunabileceğinin ilk örneği oldu. Doymak bilmez, kural, ilke ve ahlak tanımaz güç ve iktidar hırsıyla en yakınlarındaki iktidar paydaşlarından başlayarak parti içi ve dışı tüm alternatifleri başarıyla yok eden Erdoğan, kusursuz bir tek adam diktası kurmayı başardı. Yola birlikte çıktıklarını maharetle tasfiye ettikten ya da kendisine biatlı kölelere dönüştürdükten sonra hep daha fazlasını talep eden Erdoğan şimdilerde dikta hevesinin önünde engel gördüğü tüm unsurları ortadan kaldırmaya koyuldu.
Kaderin garip bir cilvesi olarak Erdoğan tam teşekküllü bir dikta rejimi kurabilmek için önce kendi elleriyle oluşturduğu demokratik iktidara darbe yapmak zorunda kaldı. Daha sonra da o dikta düzenini konsolide etmek amacıyla “Allah’ın lütfu” olan fırsatlar oluşturmaya başladı. Yarım yamalak da olsa demokratik bir hukuk devleti olarak devraldığı sistemin zaaflarını kullanarak Türkiye’yi bir demokrasi ve cumhuriyet olmaktan çıkardı. Bugün Türkiye, adı henüz belli olmayan ama demokratik bir cumhuriyet olmadığı aşikar olan İslamo-faşist bir dikta rejimine dönüşmüş durumda. Böylesine köklü bir dönüşüm elbette ki acısız, kansız, işkencesiz, hukuksuzlukların ayyuka çıktığı kitlesel hak ihlalleri olmadan gerçekleştirilemezdi.
Son zamanlarda her gün birçok şehit haberi geliyorsa, başka bir ülkenin topraklarında sonu belirsiz bir bataklığa doğru ilerleniyorsa, 3 yıldır zaten hedefe koyduğu Hizmet Hareketi nesebi gayrı sahih aptalca ve alçakça bir darbe girişimi bahane edilerek en iyimser tanımla kollektif bir sosyal soykırıma tabii tutuluyorsa bunların sebebini Erdoğan’ın dikta düzenini konsolide etme emelinde aramak lazım.
Aslında Erdoğan’ın bugün uygulamaya koyduğu tasfiye, zulüm ve soykırım politikaları tarihte bir ilki temsil etmiyor. İttihat ve Terraki’nin 1915’teki Ermeni soykırımı gibi, Stalin’in onbinlerce insanın katli ve 12 milyon insanın akla hayale gelmedik türlü suçlamalarla Gulak Yarımadaları veya Sibirya’ya sürülmesi ile  sonuçlanan çıldırmışlık politikaları gibi öncülleri bulunuyor. Erdoğan ölçeğindeki bir zulmün 1940’lar koşullarındaki öncüllerini ise Hitler’in 6 milyon Yahudi’yi yok ettiği Holokost gibi bir canavarlık, İnönü rejiminin gayr-i Müslimlere yönelik varlık vergisi ve sürgünleri gibi insanlık dışı uygulamalar oluşturuyor.
Ama bana göre, kapıldığı Hubris hastalığıyla kendisini artık Allah tarafından seçilmiş bir kurtarıcı, bir Mehdi veya bir Halife gibi gördüğüne dair şüphelerin iyice arttığı Erdoğan’ın biat etmeyen her kesime karşı giriştiği veya girişeceği sistematik tasfiye, tenkil ve soykırım çabaları daha çok Mao’nun 1960’larda Çin’de uygulamaya koyduğu “Kültür Devrimi”ni andırıyor.
Adındaki “kültür” kelimesi dışında kültürle hiçbir ilgisi olmadığı gibi tam bir kültür ve eğitim düşmanlığı, ideolojik fanatizm, bağnazlık ve yobazlık furyası olan 1966-1976 yılları arasındaki bu “devrim”in omurgasını tıpkı Erdoğanistler gibi toplumun radikalize edilmeye müsait cahil, fanatikö genç ve lümpen grupları oluşturmaktaydı. Yine tıpkı Erdoğan gibi cahil ve fanatik kitleleri seferber etmeyi başaran Mao, ellerinden usulca kaymakta olan iktidar iplerini bu sayede yeniden eline geçirmeyi başarmıştı. Ama ne pahasına?
Erdoğan gibi bürokratik bir iktidar kavgasını kitlesel bir cinnet furyasına çevirmeyi başaran Mao, milyonlarca insanın ölümüne, Çin tarihinde izleri onlarca yıl silinmeyecek derin yaralara ve telafisi mümkün olmayan travmalara yol açmıştı. Bu süreçte, Erdoğan’ın bütün okulları radikal İslamcı nesiller yetiştirmekte kullanmayı amaçladığı İHL’leştirme çabasına benzer şekilde, Çin’deki bütün okullar ve üniversiteler radikal komünist Kızıl Muhafızlar aracılığıyla Mao’nun emirlerini uygulayacak hale getirilmişti.
Bu örgütlenmeyle birlikte, 1948’den beri iktidarda olan Mao yönetiminde o güne kadar serbest olan opera, tiyatro vb. kültür etkinliklerinde eski ve klasik eserler yasaklanmış, sadece “devrimci” eserlere izin verilmişti. Böylece, başlangıçta kültür ve sanat alanında bir reform gibi sunulan “Kültür Devrimi” tam bir siyasal, kültürel ve sosyal soykırıma dönüşmüştü. Bu kapsamda Mao’nun propagandasıyla ajite edilmiş gençlerin ilk hedefi okullar, eğitim kadroları ve okul yöneticileri olmuştu. Mao, Erdoğan gibi derhal okullara el koymak, yayınevlerini, gazeteleri doğrudan kapatıp yayınladıkları kitapları ve gazeteleri arşivleriyle birlikte imha etmek yerine ilk etapta bu işlerde provoke ettiği genç kitleleri kullanmıştı.
Mao’nun “feodalizmi yıkın” talimatı üzerine sanat eserleri parçalanmış, klasik müzik eserleri yasaklanmış, meydanlara yığılan kitaplar yakılmıştı. Çinli gençler üniversiteleri, kütüphaneleri, müzeleri basıp “eski toplumu” ve “eski alışkanlıkları” temsil eden eserleri imha etmişler, birçok ibadet yerini ateşe vermişler, mağazaları işgal edip buraları halk adına yöneteceklerini ilan etmişlerdi. Toplumun aydınları sistematik şekilde cahil toplumun ve ajite edilmiş gençlerin önüne atılarak linç edilmişlerdi. Hareket iyice genişleyince bütün okullar kapatılmış ve eğitim sistemi tamamen durmuştu.
Tıpkı 15 Temmuz sonrasında haftalar boyunca Erdoğan’ın yaptığı gibi ajite edilmiş kalabalıklar sokaklara dökülmüş, şehirlerin caddelerinde kamyonlara doldurularak dolaşan fanatik gençler terör estirmişti. Yine darbe teşebbüsünden sonra yapıldığı gibi caddelerin, meydanların, köprülerin, kurumların isimleri, mağazaların tabelaları değiştirilmişti. Tipik bir kültürel ve duygusal Ortadoğululaşma, Araplaşma refleksi olarak Boğaziçi Köprüsü’nün isminin “15 Temmuz Şehitleri Köprüsü”, Kızılay Meydanı’nın “Şehitler Meydanı” şeklinde değiştirilmesi gibi “Altın Sükunet” caddesine “Anti-emperyalizm” caddesi adı verilmişti. Neredeyse yüzde yüzü Erdoğan’ın kontrolünde yayın yapan medya üzerinden Hizmet Hareketi’ni hedef alan nefret söylemlerini tekrarlatarak fanatikleştirilen on milyonlar gibi Mao da Çin’de 8-10 yaşlarındaki çocuklara bile ellerinde kızıl bayraklarla avazları çıktıkları kadar geçmişe ve hedef alınan aydın çevrelere karşı lanetler ve küfürler ettirmişti.
Erdoğan’ın AKP çevresinde birer milis gücü gibi örgütlenen çeşitli radikal yapılara şefkatle yaklaştığı gibi  Mao da şehirli gençleri Kızıl Muhafızlar adıyla kurulan milis gücüne katılmaya teşvik etmiş ve güvenlik güçlerine Kızıl Muhafızlar’a müdahale etmemelerini emretmişti. Erdoğan muhaliflerini hedef alan kitlesel taciz, baskı, aşağılama ve şiddet eylemlerine benzer şekilde fanatik Maocu kitleler de “devrimci şiddet” diyerek kitlesel şiddeti, zorbalığı, hukuksuzluğu, yağma ve talanı meşrulaştırmıştı. Teşvik edilen şiddet ve anarşi yüzünden Çin’in bazı bölgelerinde iç savaş benzeri kaotik durumlar baş göstermişti.
Mao da bu süreci, tıpkı Erdoğan’ın yaptığı gibi, bir kişi kültü inşa etmek amacıyla istismar etmişti. Öğrenciler başta olmak üzere halk yığınları Mao’yu görmek için Pekin’e akın etmişti. Mao etrafında hızla bir efsane gelişmeye başlamış ve  Mao’ya “kalplerimizdeki kıpkırmızı güneş” olarak hitap edilir olmuştu. Erdoğan’ın kontrolündeki bugünün Türk medyası gibi bir propaganda makinasına dönüşen o dönemin Çin medyası da “tam anlamasanız bile Mao’nun her dediğini yapın” şeklinde yayınlar yapmaktaydı.
Erdoğan’ın orduyu Suriye’ye sokmakta güttüğü amaçlar gibi Mao da “Kültür Devrimi” sırasında istismar etmek amacıyla Çin-Rus sınırında çatışmalara varan bir gerilim çıkarmıştı. Kaldı ki ”Kültür Devrimi” ülkenin birçok yerini zaten savaş alanına çevirmişti. Her tarafta kanlı çatışmalar baş göstermişti. Mesela Zhou kentinde gerçekleşen bir katliamda 100 bin kişi ölmüştü. Guangdong eyaletinde ise 40 bin insan ölmüş, bir milyona yakın insan hapse atılmış veya kırsal alanlara sürülmüştü. Ulusal ölçekte ölü sayısı ise milyonları bulmaktaydı. Tahmilere göre, “Kültür Devrimi” boyunca 1.5 milyondan fazla insan öldürülmüş, milyonlarca insan hapse atılmış, milyonlarca insanın mallarına el konulmuş, milyonlarca insan işkenceye maruz bırakılmış ya da kitlesel aşağılamalara hedef yapılmışlardı.
Kaos büyümüş, Pekin’de bile rakip öğrenci grupları el yapımı bombalar kullanarak birbirleriyle çatışır hale gelmişlerdi. İşler iyice çığırından çıkınca Mao kendisinin mobilize ettiği kitlelere karşı pek çok yerde orduyu kullanmak zorunda kalmıştı. Birçok ilde garnizon komutanları vali olarak atanmış ve bunlar öğrenci gösterilerine ateş açarak cevap vermişlerdi. Yine Mao’nun da desteği ile Kızıl Muhafız grupları dağıtılmış, 18 milyonu bulan Kızıl Muhafız gençler zorla kırsal alanlara gönderilmişti.
Geniş halk kitlelerini devrimci radikalizm yönünde değiştirmeyi hedefleyen Mao’nun ”Kültür Devrimi”, Çin Halk Cumhuriyeti’nin hem SSCB hem de Batı Bloku ile ilişkilerini olumsuz etkiledi. Bu saçmalık Mao’nun ölümüyle sona ermiş olsa da  bir neslin eğitimsiz kalmasına, toplumun kutuplaşmasına, milyonlarca insanın işinden ve konumundan olmasına ve yılda yüzde 12 gibi büyük bir ekonomik küçülmeye yol açmıştı. Yedi yılda ekonomi çökmüş, bürokrasi arasındaki iktidar savaşı sonraki yedi yılda da sürmüştü. Tuhaf olan ise sürecin sonunda iktidarı kazananların Mao’nun tüm görüşlerinin tersine bir hat izlemeye başlamaları olmuştu.
Malumunuz Türkiye’de Mao denilince hemen akla, her ne kadar farklı dönemlerde kamuflaj amacıyla halden hale şekilden şekile girse de, tipik bir Maocu olan Doğu Perinçek geliyor. Son dönemde Perinçek’de depreşen Erdoğan aşkı kimbilir belki de Mao’ya ve yaptıklarına duyduğu bir  özlemin basit yansımasından ibarettir.