Türkiye’de bir çoğu Milli Görüş kökeninden gelen İslamcılar tarafından oluşturulan bir hükümet var. 15 Temmuz öncesinde de şikayet konusu olan insan hakları ihlalleri, darbe sürecinden sonra iyice artmış bulunuyor. İktidar mensupları bu iddiaları soruşturmak, toplumu teskin etmek yerine karalama amaçlı propaganda olduğunu söyleyerek kapatmaya çalışıyorlar.
Türk Tabipleri Birliği (TTB), Adli Tıp Uzmanları Derneği (ATUD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), OHAL uygulamaları sırasında yaşanan insan hakları ve adli-tıbbi sorunları gündeme getirmek, süreçte yaşanan kaygıları, sorunları ve önerileri paylaşmak üzere Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’ndan randevu istediklerini ancak halen bir cevap alamadıklarını belirtiyor.
Bunlar haricinde işin asıl merci olan Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu var. Komisyonun vazifelerinden biri “İnsan haklarının ihlale uğradığına dair iddialar ile ilgili başvuruları incelemek ve gerekli gördüğü hallerde ilgili mercilere iletmek.” Olarak tespit edilmiş. Fakat komisyon adeta sağırları oynuyor. Darbe sonrası hak ihlalleriyle ilgili tek açıklaması olmadığı gibi, aksine iddialara karşı “ihlalsavar” bir tavır sergiliyor.
Türkiye’de darbe sonrası insan hakları ihlalleri hakkında Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı ile bir röportaj yapılmış. Fincancı’nın verdiği cevapları özetleyip dikkatinize sunmak istedim:
“30 gün gözaltı süresi var, bu 30 günün ilk beş gününde avukat görüşü kesinlikle yok. Bu beş günde neler yapacaklarını bilmiyoruz. Sonunda zaten neler yaptıklarını da gördük. Kamuoyuna servis edilmiş görüntüler var, kafaları, gözleri dağılmış. Bu adam üç saat önce yakalandığında hiçbir şeyi yoktu, bu üç saatte ne oldu?
Bir yandan da meşrulaştırıyorlar. Diyorlar ki, ‘Bu kadar sivil insan öldü tabii ki işkence yapılacak, hatta biz idam istiyoruz.’ Toplumda da böyle bir şiddet algısının yükseldiği bir dönemden geçiyoruz.
Bir akademisyen kitaplığında Fethullah Gülen’in kitabı var diye, hem açığa hem de gözaltına alınıyor. O akademisyen, bir sosyal bilimci. Doğal olarak okuyacak, Türkiye’nin 50 yılına damga vurmuş bir insandan söz ediyoruz.
Çok ciddi sorunlar var. Ayrıca beş günlük avukat yasağını da geçen uygulamalar var. Örneğin, bizim bir meslektaşımız, benim de Bakırköy Cezaevi’nde kaldığım dönemde hekimim olan, CHP çizgisinde görünen bir arkadaşımızdı. Gözaltına alındı. Avukat arkadaşlardan rica ettik ama bir türlü görüştürmeyi başaramadılar. Görüştüklerinde artık altı gün olmuştu gözaltı süresi.
Yedi gündür avukatla görüştürülmeyenler var. Bunlar kabul edilebilir durumlar değil. Bu dönemde hiçbir denetim mekanizması yok. Bu insanların başına ne geldiğini bilmiyoruz. Serbest bırakıldıktan sonra, insanlar hâlâ korkuyor, muayeneye gelmiyorlar biz de bulgularını saptayamıyoruz. Bir de bunun 30 güne uzadığı koşullar, gerçekten dehşet verici.
Örneğin pek çok insan bana ulaşıyor ve yakınlarının nerede olduğunu bilmediklerini, gözaltına alındığı ile ilgili duyumlar olduğunu; ama gerçekten gözaltında mı değil mi onu bile bilemediklerini ve ne yapacaklarını soruyorlar.
Gözaltında ölen öğretmen, hakikaten tablonun denetimsizliğini çok iyi açıklayan bir ölüm olayı maalesef. Şimdi, şeker hastası ve ilaçlarını alıp alamadığını bilemiyoruz. Basında yer alan savcılığın açıklamaları da doğru mu değil mi bilemiyoruz. Kamuoyunun bu bilgilere gereksinimi var. Gözaltına alınmış olması, bir suç işlediği iddiası, onun ölmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Yoksa fiili bir idam cezası uygulanıyor demektir.
İnsanların mal varlığına el konuluyor. Hukuk sistemi içinde kabul edilemez bir durum. Üstelik hangi gerekçeyle mal varlığına el konuluyor? Hakan Şükür bir örnek. Hakimlerin savcıların varlıklarına el konuluyor, maaş hesapları donduruluyor, kartları kapatılıyor, örneğin bir hakimin çığlığı vardı; hakim eşi de içerde, çocukları var, nasıl yaşayacak bu insanlar, nasıl beslenecekler? Bu pervasızca, yaşam hakkı tanımayan bir el koyma üstelik. Ve hiçbir mantığı yok. Bunlar mal varlıklarıyla mı tankları ateşlediler, darbe girişimini yaptılar?
Şu aşamada insanlar tabii çok kaygılılar. Olabildiğince sesiz kalmayı tercih ediyorlar, düşük bir profil çizerek ‘Dikkat çekmeyeyim, aman ben uzak durayım bundan, başıma daha fazlası gelmesin’ diye düşünüyorlar ama bundan daha fazla ne gelsin ki insanların başlarına?”
(Kaynak: http://zaman-online.de)
Bunlar haricinde işin asıl merci olan Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu var. Komisyonun vazifelerinden biri “İnsan haklarının ihlale uğradığına dair iddialar ile ilgili başvuruları incelemek ve gerekli gördüğü hallerde ilgili mercilere iletmek.” Olarak tespit edilmiş. Fakat komisyon adeta sağırları oynuyor. Darbe sonrası hak ihlalleriyle ilgili tek açıklaması olmadığı gibi, aksine iddialara karşı “ihlalsavar” bir tavır sergiliyor.
Türkiye’de darbe sonrası insan hakları ihlalleri hakkında Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı ile bir röportaj yapılmış. Fincancı’nın verdiği cevapları özetleyip dikkatinize sunmak istedim:
“30 gün gözaltı süresi var, bu 30 günün ilk beş gününde avukat görüşü kesinlikle yok. Bu beş günde neler yapacaklarını bilmiyoruz. Sonunda zaten neler yaptıklarını da gördük. Kamuoyuna servis edilmiş görüntüler var, kafaları, gözleri dağılmış. Bu adam üç saat önce yakalandığında hiçbir şeyi yoktu, bu üç saatte ne oldu?
Bir yandan da meşrulaştırıyorlar. Diyorlar ki, ‘Bu kadar sivil insan öldü tabii ki işkence yapılacak, hatta biz idam istiyoruz.’ Toplumda da böyle bir şiddet algısının yükseldiği bir dönemden geçiyoruz.
Bir akademisyen kitaplığında Fethullah Gülen’in kitabı var diye, hem açığa hem de gözaltına alınıyor. O akademisyen, bir sosyal bilimci. Doğal olarak okuyacak, Türkiye’nin 50 yılına damga vurmuş bir insandan söz ediyoruz.
Çok ciddi sorunlar var. Ayrıca beş günlük avukat yasağını da geçen uygulamalar var. Örneğin, bizim bir meslektaşımız, benim de Bakırköy Cezaevi’nde kaldığım dönemde hekimim olan, CHP çizgisinde görünen bir arkadaşımızdı. Gözaltına alındı. Avukat arkadaşlardan rica ettik ama bir türlü görüştürmeyi başaramadılar. Görüştüklerinde artık altı gün olmuştu gözaltı süresi.
Yedi gündür avukatla görüştürülmeyenler var. Bunlar kabul edilebilir durumlar değil. Bu dönemde hiçbir denetim mekanizması yok. Bu insanların başına ne geldiğini bilmiyoruz. Serbest bırakıldıktan sonra, insanlar hâlâ korkuyor, muayeneye gelmiyorlar biz de bulgularını saptayamıyoruz. Bir de bunun 30 güne uzadığı koşullar, gerçekten dehşet verici.
Örneğin pek çok insan bana ulaşıyor ve yakınlarının nerede olduğunu bilmediklerini, gözaltına alındığı ile ilgili duyumlar olduğunu; ama gerçekten gözaltında mı değil mi onu bile bilemediklerini ve ne yapacaklarını soruyorlar.
Gözaltında ölen öğretmen, hakikaten tablonun denetimsizliğini çok iyi açıklayan bir ölüm olayı maalesef. Şimdi, şeker hastası ve ilaçlarını alıp alamadığını bilemiyoruz. Basında yer alan savcılığın açıklamaları da doğru mu değil mi bilemiyoruz. Kamuoyunun bu bilgilere gereksinimi var. Gözaltına alınmış olması, bir suç işlediği iddiası, onun ölmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Yoksa fiili bir idam cezası uygulanıyor demektir.
İnsanların mal varlığına el konuluyor. Hukuk sistemi içinde kabul edilemez bir durum. Üstelik hangi gerekçeyle mal varlığına el konuluyor? Hakan Şükür bir örnek. Hakimlerin savcıların varlıklarına el konuluyor, maaş hesapları donduruluyor, kartları kapatılıyor, örneğin bir hakimin çığlığı vardı; hakim eşi de içerde, çocukları var, nasıl yaşayacak bu insanlar, nasıl beslenecekler? Bu pervasızca, yaşam hakkı tanımayan bir el koyma üstelik. Ve hiçbir mantığı yok. Bunlar mal varlıklarıyla mı tankları ateşlediler, darbe girişimini yaptılar?
Şu aşamada insanlar tabii çok kaygılılar. Olabildiğince sesiz kalmayı tercih ediyorlar, düşük bir profil çizerek ‘Dikkat çekmeyeyim, aman ben uzak durayım bundan, başıma daha fazlası gelmesin’ diye düşünüyorlar ama bundan daha fazla ne gelsin ki insanların başlarına?”
(Kaynak: http://zaman-online.de)