Kibir Evinin Lanetli Sakinleri (2) – Emine Eroğlu

Kendisinden başka söz söyleyecek, kanun koyacak, yönetecek güç kabul etmeyen despotizmin simgesi Firavun. Küçük olmaya ve küçük kalmaya alıştırılmış, manen ölü bir toplumun “mezar bekçisi” Hâman. Kapalı kapıları rüşvetin anahtarı ile araladığı için makam sahiplerini servetinin ağırlığı altında ezen “anahtarcı” Kârun.
Her asrın başrol oyuncusu olmaya aday üç şer prototip.
İyiliğin ve güzelliğin yol kesicileri…
Bir de o yola girdiği, dere tepe düz gittiği, hatta yol açıcı olduğu halde, bir dönemeçte tepetaklak yuvarlanan iki şer prototip var: Bel’am ibni Baura ve Samirî.
Önce zahiren iman edip sonra nüfuz ve tercihlerini zulümden yana kullananlar.  Allah’ın ayetleri hakkında bilgi sahibi oldukları halde o bilgiye önce uyup sonra ondan uzaklaşanlar. Suret-i haktan görünüp kuyu kazanlar. Halkın inançları üzerinde tahakküm kurarak dinle ahlakın arasını ayıranlar. Birine ilim ve marifet, diğerine sanat ve hüner verildiği halde, bunları dünya menfaatleri uğruna harcayıp hüsrana uğrayanlar.
Dünyaya sımsıkı sarıldıkları için yönlerini ihtiraslarının kıblesine çevirenler. Şeytanın peşine takılmış azgınlar. Din bezirgânları.
Sömürü düzeninin dördüncü ayağı; Bel’âm
Bel’am, insanları kandırırken Allah’ın adını kullananların ilkidir. Dünya karşılığında dinini satışa çıkaranların birincisi. Üçlü şer odağının payandası. Sömürü düzeninin dördüncü ayağı.
Abid ve zahittir. Hatta İsm-i Azam’ı bildiği ve duasının makbul olduğu rivayet edilir. Dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın ayetlerini tahrif eder. Şer bir sisteme ve zalimlere yaranmak adına, dini türlü yorumlarla asıl gayesinden uzaklaştırır. Batılı hak, hakkı batıl gösterir.  Hevâ ve heveslerini tatmin için mukaddesatı kemirir. Hâman ve Kârun’un gayrimeşru eylemlerine meşruiyet zemini hazırlar. Musa’nın peygamber olduğunu bile bile Firavun’un yanında saf tutar.
“Onun hali tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da yine dilini salar solur!” diyor Allah. (Araf Sûresi, 176)
Dünya bir kemikse, o da istekli bir kelptir. Nereye koştuğunu bilemeden geçirdiği seneleri her şeye rağmen sermaye kabul eder. Hâman’ın bahşedeceği bir makam ya da Kârun’dan gelecek bir ihsan için hevesle bekler. Hele Amnofis!.. Değil mi ki “güç ondadır”, ondan bir iltifat görmek ihtimali bile ağzını kapatmasına mani olur. Muktediri yüceltmek için kendini alçaltır.
Hayatının muhasebesini yapmaya asla yanaşmaz. Şekli ve surî ibadetini Cennet’e gitmenin garantisi görür. Halkın teveccühünü ve “devlet”e hizmetini de öyle… Küçük bir inhirafla açıldığı isyan deryasından geri dönemez. Tekme yese de gücün ve iktidarın eşiğinden ayrılamaz.
İnanç yazılımcısı Samirî
Samirî ise aklı eren, konuşmasını bilen, değişik beceriler sergileyebilen bir hünerbâzdır. Kızıl Deniz’i geçesiye kadar hırslarını ve hesaplarını saklı tutar. Kendini emniyette hissettiği ilk fırsatta, yeteneğini bir buzağı heykeli/putu yapmakta kullanır ve iman kalbine henüz yerleşmemiş bir toplumu şirke ikna eder.
O bir muhafazakârdır. Halkın kültür ve inanç kodlarını çok iyi bildiği için rahatça sömürür. Kitleleri Firavun ayarlarına döndürmekte zorlanmaz. Toplumsal zafiyetleri açığa çıkararak eski alışkanlıkları geri çağırır. Kendisine destek olanlarla birlikte, “Aslında ilâhınız budur, Musa’nın ilâhı da budur, fakat O unuttu ve başka ilâh aramaya çıktı.” (Taha 88) diyerek bir peygamberi bile yoldan/dinden dönmüşlükle suçlar. Üstelik putu, halkın Mısırlılardan, yani terk ettiklerini zannettikleri mekândan/bilinçaltından kalma ziynetleri eriterek yapar. Kısaca dünya sevgisinden. Başkalarının elinde iken kıyasıya eleştirdikleri imkânlardan…
Kıssada, Samirî’nin bu putu nasıl yaptığının sorulması üzerine verdiği cevap, çağlar boyu din adına insanlara kendi düşüncelerini dayatanların metodolojisini özetler:
“Ben, dedi, onların görmedikleri bir şeyi gördüm. O Resul’ün izinden bir avuç toprak alıp onu potanın içine (buzağı heykeline) attım.” (Taha Sûresi, 96)
Yani, “batıla bir hak görüntüsü verdim. Çaldım, ama çalıştım. Haram yedim, ama türlü türlü vakıflar kurdum. Zulmettim, ama hacca gittim. Tahakkümün zirvesine yürürken peygamber yolunda göründüm. Kendi propagandamı yaparken ayet referansları kullandım. Öfkemi kusarken Allah dedim. Konya ise Mevlânâ’dan, Kars’sa Harakanî’den alıntı yaptım. Haramiliği tavsiye edeceğim konuşmamı besmele ile başlattım, dua ile bitirdim. Velhasıl bütün cürümlerimin üzerine Resul’ün izinden hırsızlanmış bir avuç toprak attım.”
“Sana vaad edilen bir ceza var ki, ondan asla kaçamayacaksın.”
Bel’am’ın sonu kendi kazdığı çukura düşmek olur. Tuzakları kendi başına dolanır ve ayakları kendi attığı ağlara bağlanır. Devrilip giderken Bel’amlaştırdıklarını da peşinde sürükler.
Sâmirî rahmetten ebediyyen kovulur. Kalan ömrünü sürgünde tek başına, vahşi gibi bir hayat yaşayarak geçirir. Kendisine yaklaşmak isteyenlere hastalıklarından dolayı ‘Bana dokunmayın!’ der. (Tâhâ 97)
Altın buzağı yakılıp külleri denize savrulur.
Buzağıya Tanrı diye tapanlar dünya hayatında bir gazap ve bir zilletle cezalandırılır.
Geride elleri böğürlerinde, çaresiz ve pişman bir millet kalır.