Dilek Dündar’la Muammer Erkek’in olağanüstü cesareti ve Yağız Şenkal’ın unutulmayacak fedakârlığı olmasa belki sonuç çok korkunç olacaktı
Yaşananları iyi kavramak için sanırım iki olayı bir arada değerlendirmek gerek.
Birincisi, iktidar partisi 17-25 Aralık’ta hırsızlık yaparken suçüstü yakalandı ve yasalara uymayı reddederek bir “yargı darbesi” gerçekleştirdi… Ardından akla hayale gelmez suçlar işlemeyi sürdürdü ve yargılanmadı.
İkincisi, Erdoğan “anayasaya uymayacağını” açıkça belirterek “yasadışı” bir diktatörlüğe doğru koşmaya koyuldu.
Yasalara uymayan bir iktidar partisi ile onun denetimini elinde tutan ve “anayasal düzeni” dinamitleyen bir cumhurbaşkanın bulunduğu bir ülkede “şiddet” kaçınılmazdır.
Anayasayı ve yasaları reddeten iktidar, varlığını “meşru” bir zemine dayandıramayacağı için mecburen “zorbalığa ve silaha” dayandıracaktır.
Yaşanan da zaten bu.
Anayasal düzeni berhava eden “gayrımeşru” bir güç var karşımızda.
Bu güç, yapıştığı iktidar koltuğundan kalkmamak için “kimi, hangi silahı” kullanacak.
Bir yandan kendisi yeni “SS birlikleri” oluşturuyor ama onlar henüz yeterince “tecrübeli olmadıkları için bir yandan da “eski Ergenekon’u” yanına alıyor.
Zaten ulusalcıların desteğiyle “Ergenekon yoktur” propagandasına da o yüzden böyle hız veriliyor.
“Savaş” adı altında kitlesel ölümleri Güneydoğu’da görüyoruz. Şehirler, mahalleler, köyler tanklarla, toplarla imha ediliyor, yaşlısı, kadını, çocuğu sokalarda kurşuna diziliyor.
Şimdi ise “belli” hedeflere yönelen “kişisel” suikastler dönemine girdik.
AKP’yi ve “anayasayı tanımayan” Erdoğan’ı rahatsız eden her düşüncenin sahibi yargıyı ve “silahı” karşısında görüyor.
Yeni “suikastler” döneminin ilk kurbanı Tahir Elçi oldu.
Erdoğan’ın Kürt politikasıyla fevkalâde ters düşecek bir açıklamanın bedelini herkesin gözü önünde vurularak ödedi.
Onca kameranın önünde vurulan Elçi’nin dosyası, el çabukluğuyla “faili meçhul” ilan edilip kapatıldı.
“Yeni Ergenekon” bu işlerin eskisinden bile kolay olduğunu bu cinayetle gördü ve cesaretlendi.
İkinci hedef olarak Can Dündar seçildi.
Can Dündar ve Erdem Gül, “devletin içinden birilerinin” yaptığı “silah kaçakçılığının” belgelerini yayınlamışlardı.
Mahkeme tarafından “devlet sırrını” açıklamaktan hapse mahkûm edildiler.
Parlamento’dan, Bakanlar Kurulu’ndan, MGK’dan habersiz yapılan bir “silah ticareti” nasıl “devlet sırrı” olabilir?
Parlamentonun haberi yok, Bakanlar Kurulu kararı yok, MGK “bizimle alâkası yoktur” diye mahkemeye yazı gönderdi.
O dönemin başbakanı olan Erdoğan’ın kendisine bağlı bir istihbarat şefiyle “yabancı güçlere” silah yollaması nasıl “devlet sırrı” sayılabilir?
“İki kişilik” bir devlet olabilir mi?
Devlet, bir müesseseler bütünüdür ve bu “silah kaçakçılığı” sadece “kişiler” tarafından gerçekleştirilmiştir.
Ne “devletle”, ne de “devletin sırrıyla” bir ilgisi vardır.
Ayrıca devletin içinden birileri, Türkiye’nin aleyhine sonuçlanacak işlere girişiyorsa, gazetecinin görevi bu işleri ortaya çıkarmaktır.
Varlık nedeni budur.
Böyle bir durumda “devlet sırrı” safsatası da işlemez.
Bizzat AKP’liler tarafından “bizim” diye nitelenen yargının verdiği mahkûmiyet kararı, suçüstü yakalanan birilerinin “intikam” isteklerini karşıladı ama aynı zamanda o yakalanan kamyonlarda “silah” olduğunu da resmen tescil etti.
Bu işi gerçekleştirenlerin, bu dönem değiştiğinde paçalarını kurtarmaları daha da zorlaştı.
Zaten, bu “panik” ve öfke Dündar’ın ve Gül’ün “mahkûmiyetiyle” yetinmedi.
Dündar bir de silahlı saldırıya uğradı.
Üstelik de daha geçenlerde bir savcının vurulduğu ve ondan sonra çevresinden kuş uçurulmayan Adliye Sarayı’nın önünde.
Muhteşem bir kadın olduğu anlaşılan eşi Dilek Dündar’la CHP Çanakkale Milletvekili Muammer Erkek’in olağanüstü cesareti ve NTV muhabiri Yağız Şenkal’ın unutulmayacak fedakârlığı olmasa belki sonuç çok korkunç olacaktı.
Dündar yara almadan kurtuldu ama “silahın” artık AKP’nin ve Erdoğan’ın muhaliflerini hedef alacağı da anlaşıldı.
Hem ülkeyi yönetemeyip hem de diktatör olmak isteyenlerin silahtan başka sığınağı yoktur.
İttihatçılar da aynı beceriksizlik ve aynı açgözlülükle insanları öldürtmüşlerdi.
Böyle iktidarlar gerçeklerden ve gerçeklerin konuşulmasından kurtulmak için her şeyi göze alırlar.
Her türlü ittifaka da girerler.
Şimdi “siyasi iktidar-Ergenekon” ittifakını yaşıyoruz.
Bu “yeni Ergenekon”un elemanları da “yeninin ve eskinin” karışımından oluyor.
Silahın, saldırının, şiddetin daha da artacağını düşünüyorum.
Bunu uzun zamandır da söylüyorum.
Yeni saldırılar olacaktır.
Silahtan ve zorbalıktan başka çareleri yok çünkü.
Ama bu yol onları kurtarmaz, aksine iktidardaki geleceklerini daha da kısaltır.
Hukukçuları, gazetecileri vurarak, akademisyenleri hapsederek ayakta kalmak mümkün değildir.
Bir ülkenin üstüne böylesine karanlık biçimde abandığınızda, o ülkenin kurtulma refleksini de harekete geçirirsiniz.
Yeni hedefler göstereceklerini, yeni saldırılar olacağını, yandaş medyanın da buna aracılık edeceğini göreceğiz…
Ama bunun, onların sonunu getireceğini de göreceğiz.
AHMET HAKAN’A:
Yazıları yazarken her şeyi biliyordun, konulara pek hâkimdin, beni rahatlıkla suçlayabileceğinden emindin… Nelerden suçlu olduğumu sayıyor, “Ergenekon’dan yırttığımı” söylüyor, bana Balyoz’u ‘’tek tek” anlatıyor, “yargılanacaksın” diye naralanıyor, atıp tutuyordun.
“Gel karşıma o zaman” deyince, neden birden değiştin?
Hakkımdaki o yazıları tek başına yazıyorsun ama iş benim karşıma çıkmaya gelince “biz arkadaşlarla geleceğiz” diyorsun.
Bir de “sen de çağır” diyorsun…
Ben senin gibi kalabalıkların arkasına saklanmaya çalışan bir korkak olsam, 17 bin faili meçhul kurbanının yakınlarıyla, Cumartesi Annelerini çağırırım, “Ergenekon’un” olmadığını onlara anlatırsınız cesaretiniz yetiyorsa.
Ama ben sen değilim.
Ben kendi kavgama kendim giderim… O yazıları ben yazdım, o yazıların sorumluluğunu da ben kendim taşırım.
Sen niye kendi yazılarının sorumluluğunu tek başına taşıyamıyorsun?
Niye başkalarını çağırmak istiyorsun?
O yazıları, o insanlarla birlikte mi yazdın?
Niye “benimkiler” “seninkiler” diyerek büyük bir kalabalığı çağırmak ve o kalabalığın arasında kaybolmak istiyorsun?
Herkes bağırıp çağırırken sen o gürültünün arkasına saklanacaksın, derdin o…
Meseleyi bir gösteriye çevirip aradan sıyrılacaksın o kurnaz aklına göre.
Yazdığın bütün o alçakça yazılardan sonra bu ucuz kurnazlıklarla kurtulabileceğine gerçekten inanıyor musun?
Hem kaçacaksın, hem de kalabalıkları bahane edip kaçmıyormuş gibi yapacaksın.
Ne ucuz bir adam çıktın sen… Neredeyse bütün hayatın sahtekârlık üstüne.
Yazdığın yazılardaki bütün lafların yalan, çarpıtma, uydurma… Tam bir psikolojik savaş uzmanı gibi yalan söylüyor, çarpıtıyor, uyduruyor, hedef gösteriyor, kışkırtıyorsun.
Onun için karşıma çıkamıyor, türlü şarlatanlıklarla başkalarının arkasına saklanmaya uğraşıyorsun.
Karşıma çıkacak cesaretin yoktu da niye o yazıları sanki benimle hesaplaşabilecekmişsin gibi yazdın?
O soruların cevapları yok sanıyordun, belgeler yok sanıyordun, iddianameler, ifadeler, birbirini ihbar eden sanıklar yok sanıyordun, bizzat TSK’nın hazırladığı raporlar yok sanıyordun, kriminal araştırmalar yok sanıyordun, iktidarın da desteğiyle “her şey bir kumpas” masalını hep sürdürebilirim sanıyordun, o trajik ölümlerin arkasındaki sorumluları ben bilmiyorum sanıyordun, “şimdi başka bir kavga sürüyor, bu işlere sonra bakarız” diyerek bugüne kadar bu konulara aldırmadım diye şimdi de aldırmayacağımı sanıyordun.
O soruların cevapları olduğunu ve senin de onları bilmediğini anladığın an döne döne arkasına saklanacağın adam aramaya başladın.
O soruların cevapları var.
Başbaşa kaldığımızda, o soruların cevaplarından sonra senin karıştırdığın haltların, gizli ilişkilerinin, programındaki bir soruyla başlayan korkunç suikastin, yasadışı evlerinde “çocukların taciz edildiği” iktidar yanlısı vakıflara çaktığın temennaların, önünde taklalar attığın iktidarın hırsızlıklarının, cinayetlerinin konuşulacağını da biliyorsun.
“Birileri gelsin, birileri gelsin” diye bağırman ondan, “birileri gelsin beni kurtarsın” diye kıvranman ondan.
O yazıları sen yazdın, karşıma sen çıkacaksın.
Kimsenin seni kurtarmasına izin vermeyeceğim.
Ben AKP’yi eleştirdikçe bana saldıran sensin…. İktidarın ve patronunun tetikçiliğini yapan sensin… AKP’nin “beşinci kolu” olarak muhalefeti bölmek için gazetenle birlikte dolaplar çeviren sensin… Ergenekon’la Balyoz’u aklamak için çaba gösteren sensin…
Hayatında bir kere de yazıları yazdıktan sonra döneklik etme, bir kere de başkalarının etekleri altına saklanma, bir kere de acılı kadınları kalleşçe kendine kalkan yapma, bir kere de kendi kaleminin ağırlığını kendin taşı.
Anlıyorum, tek başına karşıma çıkmaya korkuyorsun.
Tek satır bilgin olmayan konularda, iktidara yaranmak, hakkımda algı operasyonları yapmak için o palavraları yazdıktan sonra korkacaksın tabii.
Kork zaten.
Patronun Aydın Doğan da korksun.
O aşağılıkça yalanları sen yazıyorsun, o aşağılıkça yazıları o yayınlıyor.
Gazetesinde tek sütuna “yargılanacaksın Erdoğan” lafını basamayacak korkak, benim hakkımda “yargılanacaksın Ahmet Altan” diyen yazı basıyor.
Erdoğan hakkında gerçekleri yazmaktan korkuyor ama benim hakkımda yalanları yazmaktan korkmuyorsunuz.
Hayatınızı gerçekleri saklayıp, yalanları yazarak kazanıyorsunuz çünkü.
İkiniz de paraya tapıyor, ikiniz de güç karşısında iki büklüm oluyorsunuz.
Nasıl sahtekâr, nasıl yalancı, nasıl biatçı, nasıl manüplatörsünüz.
Nasıl ödleksiniz.
Gerçeklerden, dürüstlükten, açıklıktan, netlikten, “teke tek” hesaplaşmaktan ölümden korkar gibi korkuyorsunuz.
Bunu hepimiz biliyorduk, şimdi bir kere daha gördük.
O soruların cevaplarını gerçekten merak ediyorsan benimle tek başına çıkacaksın ekrana, aramıza hiç kimse girmeyecek, ikimiz konuşacağız…
Sorularını soracak, cevaplarını alacak sonra da alçak bir tetikçi olmanın bedelini herkesin önünde ödeyeceksin.
Zırnık bilgin olmayan konularda nasıl tetikçilik yaptığını herkes görecek.
(Kaynak: Platform24.org)