Emevî halifelerinin yedincisi Süleyman b. Abdülmelik, hac ibadetini yerine getirirken Medine’ye de uğramıştı. Şehre varınca burada, sahabeden birkaç kişiye yetişen biri olup olmadığını sordu. Kendisine, Ebû Hazim el-A’rac’ın böyle biri olduğunu söylediler. Süleyman, Ebû Hâzim’e haber gönderdi ve çağırttı. Geldiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Ebû Hâzim ne bu müdanaasızlık?
-Ey müminlerin emiri, benden nasıl bir müdanaasızlık gördünüz? -Buranın bütün eşrafı beni ziyarete geldi, sen gelmedin!
-İşin doğrusu, siz beni bugünden önce tanımıyordunuz. Ben de sizi tanımıyordum. Dolayısıyla müdanaasızlık bunun neresinde?
Süleyman, yanında bulunan Zührî’ye dönerek “İhtiyar doğru söylüyor ben hata ettim!” dedi. Sonra konuşmasına şöyle devam etti:
-Ebû Hâzim! Biz niçin ölümden hoşlanmayız?
-Çünkü siz dünyayı mamur, ahireti harap ettiniz. Mamur olan bir yerden harap olan bir yere gitmek istemiyorsunuz.
-Doğru söyledin Ebû Hâzim. Keşke yarın Allah’ın bize nasıl muamele edeceğini bilsem!
-Amellerinizi Allah’ı kitabına arz edin, orada cevabı bulursunuz. -Allah’ın kitabınının neresinde bulurum?
-Allah şöyle buyuruyor: “İyiler muhakkak cennettedirler, kötüler de cehennemdedirler.” (İnfitar Sûresi 13, 14)
-Allah’ın rahmeti nerede kaldı öyleyse?
-O sadece “İyilik edenlere yakındır.” (A’râf Sûresi, 56)
EBU HAZM’IN BÜYÜKLÜĞÜ
Ebû Hâzim, gücün tesiri altına girmediği için korkmayan ve menfaat beklentisi olmadığı için hakikati eğip bükmeyen bir karakter. Sadece birkaçına yetişebilmiş olsa da Sahabe ahlakı ile ahlaklandığı belli. Dikkat edin, karşısındaki “Müminlerin emiri/ Halife” sıfatıyla onu huzuruna getirtiyor. Üstelik Hac ibadetini yerine getirmiş ve Medine’ye gelmiş. Ama bu, Ebû Hâzim’in tavrını değiştirmiyor. Halife’nin etrafını saran medih ve sena halkası da öyle!..
Ebu Hazm’ı büyük yapan; bedelinin kendisine nasıl ödetileceğinin hesabını yapmadan ve Emir’e yüklenmiş tanrısal sıfatlara aldırmadan hakikate tercüman olması. Saltanata dönüşmüş bir halifeliğin ve Hac vazifesini ifa etmiş, imamet mevkiinde durup namaz kıldırıyor olmanın, dünyayı mamur edip ahiretlerini berbad edenleri kurtarmayacağını bütün açıklığı ile dillendirmesi. Gücü değil, Allah’ın kitabını ölçü alması. Rahmete güvenip günah işleyenlere kötülerin yerinin neresi olduğunu hatırlatması. Cenneti “İyilik”le tanımlaması.
NEYE SUSUYOR, NEYİ ALKIŞLIYORSUNUZ
Bu tabloyu bana Üç Aylara girmişliğimiz, tevbe ayı olan Recep’in ve insani kemâlatın arşı olan Miraç kandilinin içerisinden geçmişliğimiz hatırlattı. Recep ayı aynı zamanda haram aylardan biriydi üstelik. Bir de Efendimiz’in (sav) Miladi doğum günü eklenmişti bu iç içe güzelliklere!.. Tam bir iyilik harmanı anlayacağınız.
Oysa, “Rabbim bizleri, adı güzel, kendi güzel Hz. Muhammed’e (sav) layık olan kullarından eylesin” diye dua eden muktedir, bu duanın peşi sıra, Efendimiz’in (sav) adını anmaktan ve iyiliği çoğaltmaktan başka bir araya geliş sebebi olmayan insanları terörist ilan etti.
“Dünyanın dört bir yanında zulüm gören Müslümanların Allah yar ve yardımcısı olsun.” diye devam etti duasına. Ardından kendi ülkesinde, yaşamları boyunca hiçbir cürme bulaşmamışları, “Hiç kusura bakmasınlar başlarına gelecekleri kabul ediyorlar demektir.” diyerek tehdit etti. Sadece bu kadarı bile âlem-i İslam’ın hâl-i pür melalini izaha yeterdi.
Fakat o kadarla kalmadı. Bizimle aynı sofralarda ekmeğimizi paylaşmış arkadaşlarımız alkışladılar bu garip duayı. “Buyruk” karşısında boyunları kıldan inceydi. Akıllarına Efendimiz’in (sav) Rahmet peygamberi olduğu gelmedi. Dilleri merhameti tavsiye etmek için dönmedi. Kalpleri savrulan tehditler karşısında ürpermedi.
Hiçbiri bir diğerine dönüp, “Neyi alkışlıyoruz? diye sormadı. Aile, din, milliyet, mazi, komşuluk, akrabalık gibi pek çok bağla bağlı olduklarımız, bizden kötülük görmeyeceklerinden emin ve iyiliğimize şahit olmalarına rağmen, durduğumuz yer itibariyle teröristliğimize, dolayısıyla da başımıza gelecekleri hak ettiğimize ikna oldular. Kan dökmeyi İslam’a hizmet sanan teröristler serbest bırakılırken hapishanelere neden hayırseverlerin ve eğitim gönüllülerinin doldurulduğunu merak etmediler. Kendi çocuklarının okudukları okulların, kardeşlerinin çalıştığı firmaların gasp edilmesine sessiz kaldılar. “Bu talandan bize de bir şey düşer mi?” diye etraflarına bakınanlar bile oldu. Öyle ya, kimse kusura bakmayacaktı.
Hiçbiri diğerine dönüp “Neye susuyoruz?” diye sormadı.
Muktedirin amelini de kendi amelini de Allah’ın kitabına arz etmedi.
Kimse Ebû Hâzim gibilerini hatırlamadı…
“KÖTÜLÜK İÇİN KULLANDIKLARI SİSTEMLERİYLE BİRLİKTE…”
İşte o zaman anladım, ma’şeri vicdanın hangi noktada sustuğunu. “Yutmaya çalışacak ama boğazından geçiremeyecek” (İbrahim Sûresi, 17) ayetini hatırlatırcasına, hakperestlerin niçin haram yiyicilerin boğazına takıldığını.
Firavun’un neden tek başına değil, ordusu ile birlikte Kızıl Deniz’e gark olduğunu. Hazinesinin Karun’la, putlarının Babil halkı ile yerin dibine batırıldığını.
Ve neden Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin Hizbü’n Nasr’ında zulmedenlerin yalnız değil, “kötülük için kullandıkları bütün sistemleriyle beraber“ viran hâle gelmesi için dua ettiğini.