ALİ ÜNAL
Erdoğan, muhatap, şartlar, zaman ve mekâna göre söylem değiştirip, zıt söylemleri hepsi de doğrunun kendisiymişçesine dile getirebilmeyi en iyi başaran ender kişilerden biri. Aynı rahatlıkla bazen Gürcü bazen Türk, bazen Sünnî bazen mezhepsiz olabiliyor; bazen en katı milliyetçi iken, bazen de her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alabiliyor. Şimdilik son söylemi, “Ben, ne Sünnî’yim, ne Şiî’yim, Müslüman’ım!” Tâbileri de, bu zıt söylemleri aynı rahatlıkla hazmedebilme kabiliyetinde eşsiz.
Din, Cenab-ı Allah’ın insanlara iradeleriyle tâbi olmak ve hayatlarını ona göre tanzim etmek üzere gönderdiği ve karşılığında dünyada nizam, intizam, saadet, Âhiret’te ebedî saadet va’dettiği ilmî, itikadî ve amelî hakikatler, kaideler, kanunlar bütünüdür. O’nun tarih boyu bütün peygamberlerle gönderdiği Din’in adı Allah’a teslimiyet ve bunun karşılığında silm ve selâmet manâsında el-İslâm’dır. Allah (c.c.), el-İslâm’ı Peygamber Efendimiz’den önceki peygamberlerle belli zaman, mekân ve kavim/kavimlerle sınırlı olarak gönderirken, Peygamber Efendimiz’le onu “efrâdını câmi, ağyârını mâni”, yani içine alması gereken her şeyi içine alan, dışta bırakması gereken her şeyi dışta bırakan câmiiyeti ve evrenselliğiyle göndermiştir. Evet, “Din”, Allah’ın gönderdiği söz konusu hakikatler, kaideler, kanunlar bütününün mücerret manâdaki ismi, “millet”, onun yaşanan, tecrübe edilen müşahhas hali, şekillendirdiği hayat tarzı, kültür ve medeniyettir. Hz. İbrahim (a.s.) insanlara imam kılınmakla, kendisinden sonra gelen peygamberler onun neslinden gelmiştir. Her peygamber aynı temel esaslarla geldiği, dolayısıyla tarih boyu el-İslâm, Şeriat’ın tali kaidelerindeki şartlara bağlı farklılıklarla birlikte temelde aynı hayat tarzına ruh olduğu için, Kur’an’da din Allah’a izafe edilirken, “millet” Hz. İbrahim’e izafe edilir ve biz, “İbrahim Milleti’ndeniz.” deriz. Öyleyse bir Müslüman’ın milliyeti İslâmiyet’tir, İslâmî pratiktir. İnsanları etnik temelde ayırma, bu ayrımı ve belli bir kavme ait olmayı idealize etme, İslâm’ın yasakladığı bir şeydir. Farklı dil ve etnik kökenden olma, Cenab-ı Allah’ın takdiridir, irademiz dışıdır; bir realite olarak reddedilemez, fakat üstünlük veya alçaklık sebebi yapılamaz, idealize edilemez.
Evet, Allah, Din’i önceki peygamberlerle şartların gereği belli zaman ve kavim/kavimlerle sınırlı olarak gönderirken, Peygamber Efendimiz’le ise bütün câmiiyeti ve evrenselliğiyle göndermiştir. Fakat, Efendimiz’den bu yana da dünya üzerinde insanlar hiç bir zaman içinde bulundukları şartlar açısından aynı ve aynı seviyede olmamışlardır. Evrensel olma ise, herkese, her seviyeye, her zaman ve mekâna, her şart ve ihtiyaca hitap edebilmeyi gerektirir. İslâm; Kur’ân, Sünnet ve bunlar temelli istinbat-içtihad kaynaklarıyla bu kabiliyete sahiptir. İşte bu kabiliyet, zaman, mekân, seviye ve şartların farklılığı ve bütün bu farklılıklara hitap edebilme, fıkhî mezhepler olarak ortaya çıkmıştır. Hz. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, nasıl maddî hastalıklar tıpta uzmanlıklara sebepse, çeşit çeşit manevî hastalıklar ve insanların farklı kabiliyetleri, tercihleri, mizaçları da farklı meşreplerin varlığını zarurî kılmıştır. Evet, fıkhî mezhepler ve meşreplerin varlığı, bizzat İslâm’ın evrenselliğinin gereğidir ve zarurîdir. Mezhepsizlik, Allâme Kevserî’nin tesbitiyle, dinsizliğe köprü, Bediüzzaman’ın tesbitiyle başını Din’den çıkarma arzusudur. Siyasî meselelerin de kısmî tesiri olmakla beraber, bizzat Din’e ait müteşabihler ve İslâm’ın yayıldığı ve pek çok farklı din ve felsefenin asırlardır var olageldiği coğrafyalardan kaynaklanan sorular da itikadî mezheplerin doğmasına yol açmıştır. Yanlış olan, “Müslüman’ım ve Hanefî’yim, Şafiî’yim…; Müslüman’ım ve Nakşî’yim, Kadirî’yim…” değil; “Hanefî’yim, Şafiî’yim… ve Müslüman’ım; Nakşî’yim, Kadirî’yim… ve Müslüman’ım” tavrı içinde olmaktır.
Bir gün dünyada şartlar aynîleşir ve bütün insanlar tek bir terbiyeye tâbi olabilirse o zaman mezhepler de, meşrepler de kalmaz!