Acı, benliklerimizi yakıp kül ederken seyrediyoruz bu kukla tiyatrosunu. Dövülerek öldürülen kadınlar, tecavüze uğrayan çocuklar, köle pazarlıklarına kurban giden mülteciler eşliğinde… Daha düne kadar devlete “tağut” diyenlerin çılgınca alkışları arasında…
Bombalar patlarken güvenlikten, gazeteciler yargılanırken ifade özgürlüğünden, memleketin gencecik evlatları üst üste şehid olurken terörün belinin kırıldığından, ekonomi baş aşağı giderken refahtan, her şey haraç mezat satılırken millilikten söz eden muktedirlerin sergilediği, kaç perdelik olduğunu bilmediğimiz bir oyun bu. Uzanamadıkları ciğere “murdar” diyen kedilerin, gözleri ışıktan rencide olan yarasaların, sayyâd-ı bî insafa (insafsız avcıya) hizmet etmekten zevk alan av köpeklerinin, renkten renge giren bukalemunların, leş yiyen akbabaların sahne aldıkları kara bir mizah.
Akan kan arttıkça alkış ve ıslık sesleri de artıyor.
Her şey güllük gülistanlıkmışçasına bir resmin içinde poz verenleri görüyoruz. Hayallerinde kim bilir kimlere gol atanları. Gole değil, sevinenin sevindiğine sevinenleri. Utancı da şuurla birlikte terk edenleri…
Öyle ya, dünya liderlerinin öykündüğü seçilmiş bir liderimiz, yolumuzda can vermeye hazır, gözlerini mülk-ü Süleyman’dan ayırmayan aşıklarımız, şanlı bir tarihimiz, her yâneden ayağımıza akıp gelen kapkara para kaynaklarımız var. Her rüzgarla savruluyoruz, ama Keçecizade Fuat Paşa’nın dediği ve muktedirin gözüne girmek isteyenlerin her fırsatta tekrarladığı gibi, “Dışarıdan ve içeriden yıkmaya çalışanlara rağmen yıkılmıyoruz.” O kadar da güçlüyüz…
Şeytan Dürtüleri, Ahmak Tesellileri
Devletlûlar Allah desinler de her türlü herzeyi yesinler, razıyız. Toplum da onlara benzesin. Benzemek istemeyenler kendilerine hakk-ı hayat verildiği için şükretsin… Âlemi kendine düşman görmenin/göstermenin bir diktatör paranoyası olduğunu herkes unutsun. Kimse bu ahlaki çürümüşlüğe burnunu tıkayarak, yüzünü ekşiterek bile mukabele etmesin. Hep birlikte, yaşadığımız fecaatin bir defalık bir şey olduğuna, muktedirlerin duruma müdahil ve hâkim olduğuna inandıralım kendimizi. İnandıramıyorsak ve bu pis kokuyu ciğerlerimize çekerek yaşayamıyorsak buharlaşıp yok olalım.
Yeter ki oyun devam etsin!
Dünya ülkemizde neler olduğunu bilsin ama biz bilmeyelim. Yayın yasaklarına, cadı avlarına sahip çıkalım. “Bu şartlarda ancak bu kadar”a inanan akl-ı evvellere tav, “bu zamanda böyle gidilmesi gerekiyor” fetvası veren ulemâ-yı sû’ya râm olalım. Ev sahibini bastıran yavuz hırsızlardan, yangın çıkaran itfaiyecilerden, maktul yakınlarını teselli eden katillerden duyduğumuz tiksintiyi gizleyelim. Herkese kendi kötülüğünü bulaştırmaktan menhus bir lezzet duymanın şeytan dürtüsü; görmediğin, duymadığın ve akletmediğin için mazur görüleceğini zannetmenin ahmak tesellisi olduğunu söylemeyelim kimseye.
Yanık Yüreklerin Âh’ları
Kimse duymasın ülkeyi saran ateşin -Şeyh Sadi’nin dediği gibi- gece vakti, halkın yanık yüreğinden çıkan bir “âh!” olduğunu! “Çok şükür, bu yangın bizim hânemize/ dükkânımıza zarar vermedi” desinler. Desinler de bunun ne utanılası, tevbe edilesi bir şükür olduğunu bilmesinler. Kadeh tokuşturur gibi gaflet tokuştursunlar. Bahis artırır gibi yalan artırsınlar.
Aralarında basiret ehli birisi yoktur ki onlara desin: “Ey idraksizler! Siz yalnız kendinizi mi düşünürsünüz? Koca bir şehir yansın da, sizin haneniz kurtulsun, hoşunuza mı gider? Vurulan sizin evladınız olmadığı için mi üstünü örtersiniz? Bomba can evinizde patlamadığı için mi oyuna, eğlenceye devam edersiniz?
Bir mazlumun kahırdan kan yuttuğunu gören, ağzına aldığı lokmayı nasıl çiğner?
Hastanın/yaralının sahibi sıhhattedir deme. Çünkü o da, kederinden o hasta/yaralı gibi kıvrım kıvrım kıvranmaktadır. Katledilenlerin ana babaları, yetimleri hayattadır sanma. Onlar aldıkları her nefeste ölümü solumaktadır!
İdaresi altındaki halka zulmeden Acem şahlarından haberin var mı? Ne o şevket kaldı, ne o şahlık kaldı, ne o masumlara reva görülen zulüm kaldı. Zalimi yanlış bir iş yaptığında seyret! Zulmetti, zulmü kaldı, fakat kendisi defolup gitti.” (Şeyh Sadi, Bostan)
Acem Şahlarının Akıbeti
Belli ki Acem şahlarının akıbeti hep aynı. Oysa onlar da varlıklarının vazgeçilmez olduğunu sanıyorlardı. Dinin izzetini koruduklarını, halklarını kurtardıklarını, âleme nizam verdiklerini, iki cihanda payidar olacaklarını…Ve etraflarında da buna inanan ve onları inandıran kapı kulları vardı.
Oyun hep aynı. Sonu da öyle!
Goethe, Mefisto – Faust hikayesine “Gökte İlk Oyun” demişti. Seyrettiğimiz, bu hikayenin daha kötü bir versiyonla yeniden sahnelenişi. Oyuncuların beceriksizlikleri ve pişkinlikleri, inandırıcılıklarını artırıyor. Dehşet verici olan, biz perdeyi görüyoruz, ama onlar görmüyor. Gönüllerini bu müsamereye kaptırmış pek çok seyirci de öyle. Hepsi ayrı ayrı sonsuz bir ikbal oyununun baş kahramanı sanıyorlar kendilerini. Ses edenleri azarlıyorlar. Elleri ve giysileri kan içinde. Sahte gülücükler saçıyorlar.
Fark etmenin tek şartı oyunun dışına çıkmak. Fakat hallerinden o kadar memnunlar ki, ne kadar uğraşırsanız uğraşın uyanmak istemiyor, bu sarhoşluktan ayılamıyorlar…
Bize gelince,
“Gecede uyuduğumuz uyku değil/ Yediğimiz şey yemek değil/ Uyandığımız şey sabah değil” diyor Birhan Keskin. Hayatla ölüm, varlıkla yokluk, şuurla cinnet arasında gidip geliyoruz. Ateşi ateşle söndürüyor, acıyı acıyla unutuyoruz. Mum yanıp tahtayı çoktan tutuşturdu. Bıçak kemiği oymaya başladı.
Perde kapanmak, oyun dağılmak üzere. Herkes sevdiklerine sımsıkı sarılsın.