Romanya Haber

Bu Toplum İflah Olmaz Mı?

YORUM | KEMAL AY

Ahmet Turan Alkan, 2012’deki bir yazısında, 1915’te Ermenilere yönelik zulmü inkâr etmenin sonuçlarına dair şunları söylemişti:
“Her yara üflemekle iyi olmaz; bu şahitlik, bu nisyânlar, ‘Onlar da akıllı durmadı; hâlbuki biz onlarla ne güzel geçinirdik’ yollu mâzeretler, bu gibi sancıyan hafızayı üflemeyle soğutmaya kalkışmalar, aslında pek basit bir problemi hatırlatıyor bize; ahlâki bir problem! Hakikatin karşısında duruş problemi. ‘Hakk’a tapan millet’ olmak övüncünü sakatlayan bir bilinç kaykılması. Bu duyguyu, 1895’teki [Ermeni meselesinin geçmişinde – KA] ‘patırtı’nın bir kısmına şahit olan birisi, şöyle ifade etmişti: ‘Kendi gözlerimle gördüklerim yüzünden Türk fesi giymekten utanıyorum!’”

Doğduğunuz ülkenin hiçbir zaman ‘sizin ülkeniz’ olmadığını, bunun size sürekli hatırlatıldığını düşünün… Türkiye’deki azınlıkların nesiller boyu yaşadığıdır bu. Kıbrıs politikalarında gerilim düşmediği için de, 1964’te Rum Pogromu denilen hadiseye varılacaktır. Yanına sadece ’20 dolar ve 20 kilo valiz’ alabilen insanlar, Yunanistan’a gönderilir. Bu arada ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ gibi ırgalayıcı kampanyaları saymıyorum bile.

Bir miktar ileri saralım. 1934’te, Trakya’dayız. Takriben 45 bin Yahudi’nin bölgede meracılık ve süt ürünleri alanında kâr etmesinden ‘işkillenen’ bir kişi, Almanya’daki eğitiminin getirdiği anti-Semitizm esintileriyle bu konuda yazılar kaleme almaya başlar. Malum, ‘işgüzarlık’ ata sporumuzdur. Zaman içinde ‘Yahudileri istemiyoruz’ yazıları görmeye başlanır Trakya bölgesinde. Tepki yükselir, hadise ‘Yahudi mekânlarını yağmalamaya’ varır. Ankara olaylara müdahale etmekte, bazılarına göre bilerek, bazılarına göre basiretsizliği sebebiyle geç kalır. Yağmacıların bir kısmı tutuklanır ancak kışkırtan kesimlere dokunulmaz. 1948’de İsrail devleti kurulduğunda, buradaki Yahudilerin hemen hepsi oraya göç edecektir.
1937’de bu kez ‘Dersim İsyanı’ çıkacaktır karşımıza. On binlerce kişinin öldürüldüğü, on binlercesinin zorunlu iskâna tabi tutulduğu bir ‘operasyon’ başlatır devlet. ‘Doğu’, Ankara açısından sürekli ‘hizaya getirilmesi gereken’ bir toplumsal varlığı temsil eder. Buradaki en ufak başkaldırı, en sert şekilde bastırılmıştır çünkü ‘onlar ancak bundan anlarlar’.
1942’de İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik sonuçları ağır şekilde hissedilmektedir, fakat iktidar bu meseleyi çözerken başka hesapları da kapatmanın derdindedir. Başbakan Şükrü Saraçoğlu bu ‘hesabı’ şöyle anlatır: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” Ermeni, Yahudi ve Rumlara yönelik yüzde 100’ün çok üzerinde vergiler çıkarılır. Ödemeyenler, Aşkale’deki çalışma kampına gönderilir. İstanbul’da nesillerce zengin ve nezih bir hayat sürmüş insanlar, ‘devlet politikası’ denilerek aşağılamaya maruz bırakılır.
1955’teki 6-7 Eylül olayları, devlet politikalarının kısa sürede nasıl toplumsal nefrete dönüştüğünün bir nevi ‘laboratuvarı’ gibidir. 1950’den itibaren başlayan Kıbrıs meselesi, Yunanistan’la gerilen ilişkiler, bir anda Türkiye’de yaşayan Rumların ‘rehine’ gibi algılanmasına sebep olur. Gerilim tırmandıkça, tehlike yakınlaşır. Nihayet bir ‘yalan haber’le (fake news bizde hep revaçtadır!) İstanbul’da linç çeteleri oluşturulur ve Beyoğlu’ndaki Ermeni, Rum ve Yahudi dükkânları (azınlıklara karşı ‘eşitlikçidir’) yağmalanır. Cana kıyılır, tecavüzler yaşanır.
Doğduğunuz ülkenin hiçbir zaman ‘sizin ülkeniz’ olmadığını, bunun size sürekli hatırlatıldığını düşünün… Türkiye’deki azınlıkların nesiller boyu yaşadığıdır bu. Kıbrıs politikalarında gerilim düşmediği için de, 1964’te Rum Pogromu denilen hadiseye varılacaktır. Yanına sadece ’20 dolar ve 20 kilo valiz’ alabilen insanlar, Yunanistan’a gönderilir. Bu arada ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ gibi ırgalayıcı kampanyaları saymıyorum bile.
Bu arada 27 Mayıs olmuş, Demokrat Partililer iktidardan ‘sökülüp atılmıştır’. 1960’ların sonlarındaki öğrenci olayları, 1971’deki 12 Mart muhtırasıyla birlikte Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamıyla sonuçlanır. 2012’de TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu kurulduğunda, o dönemi anlatması için 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de çağrılır. Demirel, Gezmiş’in idamı için oy kullanan 276 milletvekilinden biridir. Şöyle savunur kendini: “O tarihte milli irade mevcuttur. İdam kararları yargıtay, Meclis ve Cumhurbaşkanı’ndan geçmiştir. Kararı milli irade vermiştir. O milli irade de bütün milleti temsil ediyor. Bugünlerde her fırsatta ‘meşruiyetin kaynağı’ olarak gösterilen milli irade buraya gelince niye sayılmıyor. Ben o milli iradede, 276’da sadece 1’im. Asılsınlar diye propaganda da yapmadım. Keşke böyle olmasaydı ama o günün şartlarında öyle oldu maalesef ve yapılanlar kanuniydi.”
O günkü oylamada Demirel’in Adalet Partisi’nden milletvekilleri, ‘Bizden üç, onlardan üç!’ diyerek Adnan Menderes ve arkadaşlarını hatırlatmıştı oysa.
1970’ler bu idamlarla başlayıp, bir çeşit iç savaşla sürecektir. Ülkenin sağ ve sol olmak üzere ikiye yarılıp bugün bile zihinlerde canlı bulunan nefretin tohumları atılır. Silahlı eylemler sokakları, üniversiteleri yaşanmaz kılar. 12 Eylül’de asker darbe yaptığında, ilk hamlesi işkencehâneler kurmak olur. Toplumun en iyi yetişmiş gençlerinin bir kısmı, buralarda ‘tornalardan geçirilir’. Ama o dönem halka sorulsa, memnundur muhtemelen. Diyarbakır Hapishanesi’ni ve orada neler yaşandığını yıllarca çoğu kimse bilemeyecektir.
Bu yıllarda özenle seçilen bazı ‘ötekiler’ vardır. Aleviler sözgelimi. 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da katledilirler. Başlayıp biten, sonrasında toplumun yaraları sardığı hadiseler değil bunlar. Sonrasında iç göç tetiklenir, korku ve tedirginlik hep oradadır. İnsanın en yakın komşusundan bile çekindiği bir ruh hâlinde yıllarca, nesillerce nasıl yaşadığını düşünün… Bir kısmı çareyi Avrupa’ya iltica etmekte bulur.
12 Eylül’ün ‘dindirdiği’ gündelik hayat terörü, 1980’lerin ortasında bu kez PKK eylemleriyle ortaya çıkar. ‘Doğu Sorunu’, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devlet mantığı ile çözülmeye çalışılır. Kimlik talebinde bulunan Kürtler ‘nankörlükle’ suçlanır. Teröristler ana akım medyada ‘insan dışı varlıklar’ olarak mimlendikçe, şehvetli nefret dili bütün Kürtlere doğru genişler. 1915’teki tartışmalar bu kez ‘Kürt’ kelimesi etrafında yaşanır. Köy yakmalar, zorunlu göçler, faili meçhul cinayetler, hep aynı bahaneyle normalleştirilir: ‘Rahat durmadılar onlar da!’
Osmanlı’dan bu yana ‘talep eden teba’ hoş karşılanmamıştır. Şimdi de devlet-vatandaş ilişkisi aynı nobranlıkla kurulacaktır. Üstelik ‘milli irade’ bundan rahatsız değildir. 1990’larda kaç öğrencinin işkenceden geçtiğini, kaç gazetecinin öldürüldüğünü, kaç insanın gözaltında ‘kaybedildiğini’ biliyor musunuz? ‘Terörle mücadele’ diye sihirli bir değnek vardır. OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu, bu konuda haber yapan gazetecilere, devletin bütün ayıplarını görmezden gelmeleri için şu absürt tavsiyeyi verecektir: ‘İsveç Milli Takımı ile Türk Milli Takımı’yla maç yapınca Türk Milli Takımı’nı tutmuyor musunuz; terörle mücadelede de aynen öyle, Türkiye’yi tutacaksınız.’
Bugünkü bizler bu şiddet ve nefret tarihinin çocuklarıyız. Ya zulmeden tarafa sempati duyuyorduk, yahut belki de daha kötüsü gözümüzü başka yere çevirmiştik. İlk düğme yanlış iliklendiği için belki de, Ahmet Turan Alkan’ın (Rabbim hassas gönlüne inşirah üflesin!) dediği gibi ‘hakikatin karşısında duruş problemi’ yaşıyoruz. Hele bugün! İktidarın hoyratlığı karşısında aynı şeyleri hissedenlerin bile birbirinden nefret ettiği bu tuhaf iklimi, biz, bizden öncekiler ve onlardan öncekiler yarattı. Suçlu hep devlet değildi. Komşumuza sahip çıkmanın bir yolunu bulamadığımız için bizim de kabahatimiz vardı. Nesillerin birikimli problemleri önümüze böyle yığıldığı için de, kısa vadeli, geçici çözümlerle bir yere varamıyoruz. ‘Her yara üflemekle iyi olmaz’ nitekim.
Büsbütün umutsuzluğa kapılmak, ‘bu toplum iflah olmaz’ demek kolay olanı. Biz ‘kapağı yurt dışına atanlar’ kolayca ağzımızdan kaçırıveriyoruz bazen. Ancak orada hâlâ ailelerimiz, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz, hatta bize mesafeli, karşı olsalar da ‘iyi’ insanlar var. Bugüne kadarki şiddet ve nefret hikâyelerinde en az tekrarlananları belki de kutuplaşmayı iyileştirecekler olanlardı.
Ermeniler hep dedelerini evlerinde saklayan Türkleri andı. Belki zorunluluktan, belki topluma hoş görünme çabasından yaptı bunu, bilemiyorum. Ama bu iyi bir hikâye ve anlatılmayı diğerlerinden çok hak ediyor. Kürtlere yapılan zulme aldırış etmeyen, onların haklarını korumaya çalışan Türkler de oldu. Bu uğurda bedel ödediler. Ülkedeki bu çok sesliliği bir zenginlik görenler de oldu. Bu insanlar ‘köprüler’di. Bugün bile, hiç tanımadığı, belki sofralarına bile oturmadığı mağdurlara sesiyle destek verenler var. Medya çoğu zaman gözümüzü boyuyor, hiçbir kesim homojen değil. ‘Yeter artık!’ diyenler, yeterince çok. ‘İnsanlığa hizmet’ diyenlere, insanlıktan ümidini kesmek, haddim olmayarak söylüyorum, yakışmıyor. Evet, şu yukarıda zikrettiğim tarihe rağmen.
(TR724)