SELAHATTİN SEVİ
Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi 18 Aralık 2010 tarihinde kendini yaktığında ateşi bütün Arap dünyasını sarmıştı. 23 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin bin Ali’nin ülkeyi terk etmek zorunda kalması komşu ülkelere de ilham oldu.
İsyan kıvılcımı küçük bir Mağrip ülkesinde çıksa da, 80 milyonluk nüfusuyla Mısır ve başkent Kahire’deki Tahrir Meydanı, Arap Baharı olarak anılacak siyasi ve sosyal zelzelenin sembolü haline geldi.
Ajansın Mısırlı sürgün foto muhabiri Elshamy’nin çektiği, 12 Eylül mağduru vatandaşlığa henüz dönebilmiş Ahmet Sel’in seçtiği fotoğraflara konu olan ‘modern zamanlar sürgünü’ Adem Yavuz Arslan’ın ismini de ilk kez bir fotoğraf imzası olarak tanımıştım.
Dünyanın gözü artık Akdeniz’in güney kıyılarındaydı. Gazeteciliğin duayen isimleri gibi Zaman Gazetesi’nin genç foto muhabirleri de “Ben de orada olayım” yarışındaydı. Tunus’tan sonra Mısır’ı ve Tahrir Meydanı’nı Zaman hiç boş bırakmadı. Foto muhabirleri bütün riskleri ve tehlikeleri göze alarak bir bayrak yarışı gibi haber nöbetindeydi. Dayanamadım, 2011 yılının ilk günlerinde bir haftalığına da olsa ben de Nil’in kıyısında buldum kendimi. Reza’dan Paolo Pellegrini’ye kadar foto muhabirliğinin ‘babaları’ oradaydı.
Sert sloganlar, öfkeli şarkılar, askeri araçlar, tanklar, herkes ve her şey sokaktaydı.
SÜRGÜN MEHMET AKİF’İN KAHVEHANESİNDE…
Ama ben dönmek zorundaydım. Çünkü “Türkiye’de Zaman” adıyla dev bir projenin sorumluluğu üzerimdeydi ve ihmale gelmezdi. Mehmet Akif’e sürgün günlerinde mekân olmuş tarihi kahvede uçağa yetişmeden önce içtiğim çay yoğun tempolu çalışmanın bütün yorgunluğunu aldı götürdü.
Aklım ve gönlüm Kahire’de kalmıştı.
Zaman’a ve Aksiyon’a girecek haber ve fotoğrafları, öyküleri seçerken her zamankinden daha özenliydim. Kendi foto muhabirlerimiz kadar uluslararası seçkin fotoğrafçıların da portfolyolarına bakıyor, sıra dışı çalışmaları portfolyo olarak gazete ve derginin foto-röportaj sayfalarında yayımlıyordum.
Mohammed Elshamy ismini de ilk kez o günlerde fark ettim. 1994 doğumlu genç fotağrafçı bütün dünyadan gelen değme fotoğrafçılara iş atlatıyordu. Sadece anlık sıcak fotoğraflar çekmiyor, yaşından beklenmeyecek olgunlukta fotoğraflı öyküler de geçiyordu dünyaya…
Fakat büyük kardeşinin, Mos’ab’ın fotoğraflarını tercih ettik. Daha yetkin ve sıcak işlerdi. O günlerde haftada iki fotoğraf öyküsü yayımlıyorduk. Kahire’den Mos’ab’ın gönderdiği foto-röportajı Aksiyon’a sakladım ve sayfalarca açtık. Mohammed ismini ise aklımın bir köşesine yazdım. İşini yayımlamak nasip değilmiş.
Arap Baharı büyük bir hazana dönerken bütün taşları yerinden oynatmıştı. Tahrir intifadası da bir askeri darbeyle son buldu.
Uzun zamandır imzasını görmediğim Mohammed Elshamy’yi nerede görsem iyi?
New York’ta…
Muhtemelen mesleğini yapabileceği ve hayatını sürdürebileceği bir zemin kalmadığı için ağabeyi gibi o da ülke dışına çıkmıştı. Anadolu Ajansı’nın ‘savaş muhabirliği’ seminerlerine katılmış ve New York’ta görevlendirilmişti.
ADEM YAVUZ’UN PEŞİNDE SÜRGÜN MOHAMMED
Elshamy’yi bana tekrar hatırlatan fotoğraflar, başka bir sürgün gazetecinin işini yaparkenki telaşından enstantaneler içeriyordu. Önce el konulan, daha sonra çıkarılan kanun hükmünde kararname ile kapatılan Bugün Gazetesi’nin Washington temsilcisi Adem Yavuz Arslan’ın foto romanını yapıyordu ajans. Adem Yavuz misafir olarak geldiği New York’ta bütün dünyanın dikkat kesildiği Zarrab davasını izlerken Mısırlı darbe mağduru foto muhabiri Elshamy zehir hafiye gibi peşindeydi.
Adem Yavuz Arslan duruşma aralarında kapıda belirdiğinde Canon’un 80-200 2.8 mm tele lensi avını kovalayan silaha dönüşüyordu. Adem Yavuz sokakta yürürken, Adem Yavuz periskoptan canlı yayın yaparken, Adem Yavuz bir kafede öğün geçiştirirken… Kulağa garip gelebilir ama, gelecek yıllarda sürgünde gazetecilik nasıl yapılır diye iletişim fakültelerinde ders verilirken, ihtimal, ajanstan bu kareler istenecektir.
Daha da ilginç olanı ise, Elshamy’yi görevlendiren, gönderdiği fotoğrafları seçen ve servis eden ajansın fotoğraf sorumlusu, bizden önceki kuşağın sürgünü. Ahmet Sel’den söz ediyorum…
Sel, 1980 darbesiyle 12 Eylül cuntasının hışmından kendini korumak için yurt dışına çıkmak zorunda kalmış, vatandaşlıktan atılmış, yıllarca ülkeye girişi yasaklanmış, tanınan bir Türkiyeli fotoğrafçı. ‘Sakıncalı’ durumu sona erip 2000’li yıllarda Türkiye’ye döndüğünde meslektaşları arasında kapılarını da, gönlünü de Zaman foto muhabirleri açmıştı kendisine. Kariyerinin önemli bir kısmını Moskova’da ve Kafkasya’da geçiren, ünlü Sipa Press’in üst düzey yöneticiliğini yapmış olan Sel’le birlikte iş bile yaptık. O çok ses getiren ve Türkiye foto muhabirliği ve gazetecilik kültürüne önemli yeri olan “Türkiye’de Zaman”da danışman olarak katkıları oldu. Anadolu Ajansı’na iş başvurusu yaparken önemli referanslarından birinin bu çalışma olduğunu biliyorum. Çünkü, o harikulade ‘Tellaklar’ ve ‘Oryantaller’ serisi çalışmalarını göstermek iyi bir tercih olmazdı. ‘Moskova İnsanları’ gibi kaliteli işi hiç anlamazdı Ajans yöneticileri.
Hoş, ajansta mesaiye başlar başlamaz benim ekibe kancayı atmıştı ama daha iyi paralar teklif etmelerine rağmen sadece bir arkadaşımızı koparabilmişlerdi. Diğerleri ise “daha fazla para mı, özgürce foto muhabirliği mi” ikileminde ikincisini seçmişti.
TÜRKİYE’DE ‘ZAMAN’ VARDI
Anadolu Ajansı o günlerde Zaman’ı ve foto muhabirlerini takıntı haline getirmişti. Arkasında devlet olan ve ülkenin her yerinde basın kartında foto muhabiri yazan 100’e yakın isim vardı ama her yıl düzenlenen meslek örgütümüzün Yılın Basın Fotoğrafları Yarışması’nda ipi ‘bizim çocuklar’ göğüslüyordu. 20 küsür ödülün yarısından fazlası Yenibosna’daki camlı binaya geliyordu. Bana da her yıl Hürriyet’in fotoğraf editörü eğlenceli ‘karrdeşimiz’ Sebati Karakurt’un kestiği cezayı ödemek kalıyordu. Basın fotoğrafı yarışmalarında ‘Karakurt Kanunları’ olarak anılan ceza basit ama netti: En fazla ödülü alan ajans veya gazetenin editörü viskileri ısmarlar! El mahkum… Her ne kadar Zaman’ın viskisini içmek yarışma finalinin yapıldığı Antalya’da ayrı bir keyif deseler de, parasını kendi hesabımdan veriyordum. Limon-soda ile her zaman sevgi ile hatırladığım arkadaşlarıma eşlik etmeyi, kadeh kaldırmayı özlemiyor değilim açıkçası… Günahı boynumuza!
Anadolu Ajansı baktı olmayacak, yarışmadan çekildi. Evet, iki yıl boyunca yarışmaları boykot etti. Gazeteye el konulup hepimiz işsiz kalınca ‘acans’ lütfen yarışmaları teşrif etti.
Ajansın Mısırlı sürgün foto muhabiri Elshamy’nin çektiği, 12 Eylül mağduru, vatandaşlığa henüz dönebilmiş Ahmet Sel’in seçtiği fotoğraflara konu olan ‘modern zamanlar sürgünü’ Adem Yavuz Arslan’ın ismini de ilk kez bir fotoğraf imzası olarak tanımıştım.
ÖNCE FOTO MUHABİRİ SONRA GAZETECİ
Yalçın Çınar editörlüğündeki keyifli Milliyet döneminden sonra yeni bin yılın başında Zaman’a editör olarak döndüğümde miydi, yoksa daha önce mi çıkaramadım. Aksiyon dergisinin orta sayfasına açılmış çarpıcı bir Mostar fotoğrafı ve haberi dikkatimi çekti. İmza: Adem Yavuz Arslan!
Adına ilk kez rastladığım Arslan meğer Zaman’ın taşrasında, İzmir’de çalışıyormuş. Yerel yöneticilerle gittiği bir seyahatte kotarmış o işi ve dergiye göndermiş. Aksiyon da fotoğrafların ve yazının hakkını vererek iki tam sayfa açmış.
Adem Yavuz Arslan’ın ‘tayini’ daha sonra İstanbul’a çıktı. Aksiyon’da işe başladı. Hırsıyla çevresine rahatsızlık verse de birbirinden güzel işlere adını yazdırdı. Tatilde bile fotoğraf makinesini yanından ayırmazdı. Arkadaşlarıyla Şile’ye gittiklerinde herkes güneşli günde masmavi suların keyfini çıkarırken onun gözü üzerine gazete örtülmüş bir mevtaya takıldı. Fotoğraf hem Zaman’da, hem o günün diğer gazetelerinde en görünecek şekilde kendine yer buldu.
1999 depreminde gazeteden herkesi arayıp ulaşamamıştım da, Adem Yavuz Arslan’ı bulabilmiştim. Ödünç araba ve borç benzin parasıyla sabahın köründe Sakarya’daydık.
Sonra Atina’nın camisi, Makedonya romanlarının sorunları, Kosovalı mültecilerin dramı derken Balkanlar’ı yol yapmıştık. Bunlardan en unutulmazı ise, Srebrenitsa katliamanın 10. yılında, 2005’te yaptığımız kapsamlı Bosna dosyasıydı. O yazmış, ben fotoğraflamıştım. O zaman mı, başka bir seyahatimizde mi hatırlamıyorum. Onu ilk kez tanıdığım fotoğraftaki yıkılmış Mostar Köprüsü yeniden yapılıyordu. İki dev taşın yerine yerleştirilmesine yardım etmiş ve adımızı taşa yazmıştık. Bu dünyada dikili bir ağacımız olmadı ama Mostar köprüsünde birer taşımız var.
O kadar çok Bosna’ya gidip gelmiştik ki, bir keresinde Adem’in bekar olduğunu öğrenen Boşnak dostlarımız ‘hayırlı bir kısmet’ teklifinde bile bulunmuşlardı. Adem Yavuz’un cevabı manidardı: Ben bu mübarek topraklara başımı kaldırıp hiç o gözle bakmadım ki!
Bosna cihadına, Kosova cengine gidip ‘kolunda gelinle’ dönen ‘malum mahallenin’ gazeteci-yazar müsveddelerinin anlayamayacağı incelikler tabi.
Adem Yavuz, ismiyle müsemma bir gazeteci. Babası televiziyonun olmadığı yıllarda Kıbrıs Barış Harekatı’nda şehit olan Adem Yavuz’un adını vermiş oğluna, radyodan duyduğu haber üzerine… O adı hakkıyla taşıyan şehir hatlarının aynı adla seyr-ü sefer yapan vapuru ve gazetci Adem Yavuz sanırım. Onun kadar haberi koklayan, anlayan ve hızlı yazan çok az meslektaş tanıdım.
Yine başka bir dev çalışma olan Avrupa Türkleri, Avrupa Kürtleri çalışmasından sonra gazetecilik tutkusu onu önce dil öğrenmek için İngiltere’ye götürdü. Gündüz kursta, akşam hamburgercide… Fakat çalınana kadar makinesi hep yanında. Oradan da habersiz ve fotoğrafsız bırakmadı ‘merkez’i.
Fakat Bugün’e transferi, özellikle de Ankara temsilcisi olmasıyla daha çok ‘temsil’ işlerine vakit ayırdı. Gittiği yere rengini veren, imzasını atan Adem Yavuz o sevimli Bugün binasının her noktasına el atmıştı. Sanki Silifkeli çilekeş yörük çocuğu gitmiş, yerine adab erkan bilen, Ankara beyefendisi gelmişti. Starbucks’un kahve makineleri sistemini binaya kurdurup işini iyi bilen bir garsonla kimlere o nefis kahveleri içirmedi ki… Fakat bir yere gitmek için sekreterine şoförünün hazır olmasını istediğinde başka bir aşamaya geçtiğini ben bile anlamıştım. Sonra Washington temsilciliği de eklenince artık haberden ve fotoğraftan kopar zannediyordum.
Yanıldım, Adem Yavuz yine yanılttı beni. Sevimli, çekik gözlü çocuklarıyla pastoral Washington fotoğrafları çekerken, bir baktım Zarrab davasında.
Yine bir omuzu yere yakın, yürüyor… Yazıyor… Periskop üzerinden canlı yayın yapıyor… Yüzünde her zamanki telaş!
TOROS DAĞLARI’NDAN NEW YORK SOKAKLARINA
Belki de Kahireli Mohammed Elshamy’ye ve sevgili editörü Ahmet Sel’e teşekkür etmeliyim. Onun en doğal ve kaliteli fotoğraflarını gelecek kuşaklara emanet etmeye katkı sundukları için… Özleyenlere de en yeni Adem Yavuz Arslan fotoğrafları gösterdikleri için…
Son diyeceğim ise, sözümona kara propaganda için Adem Yavuz Arslan’a yıldırma taktiği uygulayanlara: Unutmayın, Adem Yavuz Silifkeli’dir, yörüktür. Ailesini 50 yıl önce devlet zorla düz ovaya indirmiştir.
Eğer yalçın kayalıklarda bir balerin rahatlığı ile seken Silifke’nin keçilerini evcilleştirip koyun haline getirebilirseniz Adem Yavuz’u da belki kendinize benzetebilirsiniz.
Kaynak: